19 Mayıs 2010 Çarşamba

tatilll mi :S

Aman Tanrım, insan çalışırken tatil planlamak ne kadar zormuş!
Üniversitedeyken en büyük derdimiz parasızlıktı oysa, o da hiç bi zaman problem oluşturmamıştı, hallediliyordu bir şekilde..

Herkes işe başlayınca daha bi kendi hayatlarımız, daha bi rahat yaşam tarzımız olacak da süper tatiller yapıcaz sanıyduk. O da ne?

Ne kimsenin tatili kimseye uyuyor ne de kimsenin daha rahat bir yaşam tarzı var.
Çalışmak hep zor görünürdü ama içine girmeden bu kadar farklı olduğunu tahmin etmiyordum. Çalışmayı sevmiyor değilim, hep yanlış anlaşılıyorum etrafımdakiler tarafından. Ben çalışmayı seviyorum, ama yaşamayı da seviyorum. Yaşamı engellediği her an büyük bir eziyet oluyor çalışmak benim için.

Neyse konuyu saptırdım yine...

Tatilim nolucak?
Şansa; 1 yıl dolmadan izin alınamayan bir şirkette 5. ayımın sonunda 1 haftalık izin alabiliyorum ama içime sinen bir tatil organizasyonu yapamıyorum.

Tatilimin "en iyi" olması için;
* Aslı ve Merve! Lütfen Patron Hanım'la konuşmayı deneyin.
* Adamım DiD. en kısa zamanda bulman gereken şeyin ne olduğunu biliyorsun! (Şaka valla şaka, benim için sadece senin olman yeterli:p)
* Müdürrrr, nollur izin tarihini revize et, sensiz olmaz ki...
* Asteğmen Balbay:) Sana sözüm yok, gelebilsen gelirdin zaten. Ama Marmaris'in gece hayatında bana kınayan bakışlar atmak yerine gelmemeyi de tercih edebilirdin sanırım:p
* Sevgilim, canım, sana söyleyebileceğim bir şey yok şimdilik:)
* Para! Elime biraz daha fazla çocuğunu yolla lütfen.

*** Gereğinden erken dolan "fırsat otel", sana çok kızgınım. Bütün planı baştan yapmamıza neden oldun.

Neyse... Öyle ya da böyle 12 Temmuz Pazartesi günü şu masanın başında olmak yerine sıcacık kumlarda güneşleniyor olduğum için mutlu olucam. Öyle ya da böyle...

13 Mayıs 2010 Perşembe

Lucy...

Köpeklerden tüm benliğiyle korkan bir çocuktum ben. Çok kovaladılar beni, kaçtım ben de, yüzme bilmezken denize bile attım kendimi panikle (küçükken köpeklerin de yüzebileceğini bilmeyebilirsiniz:p)

Öyle bir korkuydu, sokağın karşısında olsa kalbim uçmaya başlardı.

Sonra evimize bir şey geldi... Böyle çirkin mi çirkin, (bence) korkunç mu korkunç ufak bir Boston Terrier.
Muhattap olmamaya karar vermiştim. Evin onun girmesi yasak olan kısımları benim özgürlük alanlarımdı! Salon, mutfak ve odam...
Ama bir gün, amacım tuvalete gitmekken sadece, oyun oynamak istediğimi sanan o şey beni kovalamaya başladı... Yanlış yere kaçmıştım, Özge'nin (ablam) odasına, orası onun sınırları dahilindeydi ama!

Ne kadar ağladığımı, kalbimin atışını, korkumu, sinirimi hala net hatırlarım. "Bu evden ya o gidecek ya da ben!!!"

Ama o gün sondu. Ertesi sabah bir kereliğine dokunmaya karar verdim. Sonra bir kereliğine daha çok dokunmaya ve sonra daha çok...

Sonra sarılmaya, öpmeye, oynamaya.... ve sonunda içime sokmak isteyecek kadar benim de Lucy'mdi o. Luuuusss, Lusitaaa, Lusindaaaa'ydı. Yadırgamadan, ona seslendiğim her ismi sahiplenecek kadar benim olmuştu.

Artık dünyanın en güzel köpeğiydi...

Gerçekten. Bir kişi bile tanımıyorum, o çirkinliğiyle onunla 5 dakika geçirdikten sonra "bu köpek dünyanın en güzel en sevimli şeyi!" demesin. Bir kişi tanımıyorum "Ben köpeklerden korkarım" deyip Lucy'i sevmesin...

Minicik boyuyla 6 tane koca köpeği peşinden koştururken hatırlarım onu hala. Bir tanesi bile yakalayamazdı asla. Manevralar Lucy'nin işiydi çünkü. Koca köpeklerin bankların altından onun süratiyle geçemeyeceğinden her zaman emindi. Minik aralardan süratle geçmek de onun işiydi.

O masum suratını yemek isterdin o öyle kafası patilerinin üzerinde yatarken. Az önce çılgın gibi ordan oraya koşan, atlayan o değildi sanki. Bu masum şey mi Lucy, derdin.
Bi kere "gel" de, al kucağına, kıvrılıp yatsın dizlerinde, sen dünyanın en sakin insanı, o dünyanın en mutlu köpeği olurdu artık.

Bu kadar yaramaz olup bu kadar zorluk çıkarmayan ve laf dinleyen başka bir köpek tanımadım ben.

Sabaha kadar yazabilirim, anlatabilirim onu. Öyle özlüyorum ki.

Sonra bir gün halsizleşmeye başladı, yoruluyordu sürekli, titriyordu bazen... Gitgide arttı, arttı...
Keneden kapılan bir tür mikropmuş, nadir görülenlerden. Onu keneden korumak için her önlemi alan bizlerde şok yaratmıştı tabi.

Gözümüzün önünde eridi Lucy. Gerçekten eridi. Gözleri kanlanmıştı evde onu son gördüğümde. Çok yoğun çalıştığım zamanlardı, evde vakit geçiremiyordum pek. O yüzden pek görmedim Lucy'nin kötü olduğu anları. İyi ki görmemişim. Son görüntüsü yeteri kadar acı veriyor çünkü hala.

1 haftadır veterinerdeydi ve ben ancak ziyaretine gidebiliyordum. Artık iyice kötüleşmişti. O halini unutamam. Tek gözünden kanlar akarken sessizce annemin kucağında yatıyordu. Annem yanından ayrılmadan önce tuvaletini yapması için çıkardı onu ama ayakta bile duramıyordu ki. Bir şeyi gülümseyerek sevmeye çalışırken, yaşların her şeye inat aktığını ilk o zaman gördüm ben. Ağladığını bilmeden ağlamıyı ilk o zaman gördüm.

O sabah öldü... (22.10.2009)
Annemin üçüncü kızım diye sevdiği evimizin neşesi öylece, sessizce bir anda yok oldu.

Köpeklerinden aile bireylerinden biriymiş gibi bahsedenleri, öyle davrananları anlamazdım bir türlü. Kınardım hatta.
Öyle iyi anlıyorum ki şimdi...

Veterinerinin önünden her geçişimde hala gözlerim dolarken nasıl anlamam...

öfke ve etrafımızdakiler

Kitaplarım benim için önemlidir. Oldukça önemlidir. Onları her zaman etrafımda görmek isterim ve sapasağlam...

Odamda her yerdedir kitaplarım... Bazen rafta, bazen komidinin üstünde, bir kaçı karışık olarak yerde bazen... Okuduktan hemen sonra kaldıramam çünkü.. Geri dönüp okumak isterim bazı bölümleri tekrardan, bir daha göz atmak isterim. O yüzden elimin altındadırlar hep.
Ama bilenler bilir, bir sayfasının kırışmasına bile tahammülüm yoktur, öyle düzgün okumaya çalışırım...

Derken... Dün akşam odama bir girdim, Küçük Arı'mın kapağının ucu ve sayfalarının köşeleri yenmiş! Evet bariz yemiş...

Misket... Eve yeni gelen hiperaktif köpeğimiz. Biliyorum çok ufak daha, dikkat etmesi gereken bendim, kapımı aralık bırakmamalıydım ama Lucy'den hiç böyle hareketler görmeyen ben "dikkat etmek"le ilgilenmiyordum pek. (Lucy biricik köpeğimizdi. Daha sonra bahsederim.)
Nasıl sinirlendiğimi anlatamam... Bütün günün yorgunluğu, yolun stresi, gün içinde beni yoracak ne olduysa tamamı birden geldi çöktü üstüme...

Ters, sinirli, mızmız, huysuz biri oldum bir anda... Dolayısıyla bu öfke patlamasına her zamanki gibi sadece çok sevilenler tanık oldu...

En kötüsü de bu ya.. Etrafımızda o kadar insan var, herkese her şey için tahammül ediyoruz, sakinleşmeye çalışıyoruz ama en yakınlarımız hepsinin sinirini onlardan çıkarmamıza katlanmak zorundaymış gibi davranıyoruz.

Aslında en çok özen göstermemiz gereken kişilerken. Sinirlendiğin kişiye sinirlendiğin neyse söyle gitsin oysa, senin için ne önemi var ki.... Kırmaman gereken o değil. Hak ettiyse ve de... O sana aynı özeni gösterir miydi acaba...

Hayatında daima olmasını istediğin kişi değil hırsını alacağın. El üstünde tutman gereken asıl o. Tahammül sınırlarını genişletmen gereken, sinirini yatıştırmak için uğraşman gereken...

Yapmıyıcam diyorum, her seferinde, sondu, bir daha yapmıyıcam. Ama yapmıyor muyum? Ah tabi ki yeni bir söz alıyorum kendimden, tekrardan....

12 Mayıs 2010 Çarşamba

Little Bee - Chris Cleave

"Barış insanların birbirlerine gerçek adlarını söyleyebildikleri bir zamandır."

Kitap bittiğinde, her şeyi, tüm olan biteni bu cümleden daha güzel ne anlatabilir ki, diye düşünürken buldum kendimi.

Ben de ordaymışım, onlarla gülüp, onlarla acı çekmişim, ağlamışım gibi hissediyordum.
Genelde de olur ya; sizi içine çekip alan kitaplar bittiğinde bir boşlukta hissedersiniz kendinizi. Ait olduğunuz zaman kitabın son sayfasıyla sizi dışarı atmıştır sanki bir anda...

Küçük Arı bunun en belirgin örneklerinden. Kitabın sonunda mutlu mu mutsuz mu olmanız gerektiğine karar veremiyorsunuz, buruk, gerçekten buruk bir halde bırakıyor sizi.

İki dünya arasındaki bu kadar belirgin farkı, içinizi acıtan onca şeyi öyle güzel bir dille anlatmış ki Chris Cleave, Küçük Arı okuduğum ilk kitabı olmasına rağmen (zaten henüz ikinci kitabıymış) bundan sonraki kitaplarına iyi yönde bir önyargıyla yaklaşacağım kesin.

Geç kalmadan okuyun derim.

11 Mayıs 2010 Salı

çalışmak çalışmak çalışmak

Şarkısı bile var oysa 9 - 6 yollarında... diye..

Nerden çıktı bu 8.30 - 6.30 çalışma saatleri anlamadım. Hayatımız bu kadar yoğun tempo altındayken zaman geçip gittiğinde ve biz geriye baktığımızda geçmişten hatırlayacağımız en büyük anı yorgunluk olursa diye korkuyorum ben.
Yaşamak için çalışmıyor muyduk biz? Öyle başlamadık mı taa en başında? Ne ara değişti her şey de çalışmak için yaşar hale geldik. Yoğun çalışmaktan değil kastım... Yoğunluk iyidir. Ben her an çalışmaktan bahsediyorum.

Ki ben iyiyim yine de, mesaim uzamıyor en azından normal şartlarda. Gecelere kadar çalışanlarla, haftasonları heba olanlarla dolu etrafım.

Ne acı bir durum oysa. Hayatı kaçırıyoruz göz göre göre. Ve ben bundan çok korkuyorum. Bir gün söyleme ihtimalim olan keşkelerden ödüm kopuyor.

Resmim... 09.02.2010'a...

Yaptım... Gerçi hediyeyi verdiğim akşamın üzerinden tam olarak 3 ay 2 gün geçti ama :)

Hayatımda bir hediyeyi verirken bu kadar mutlu, bu kadar gururlu bu kadar içim kıpır kıpır hissetmemiştim sanırım.

Çok garipti...





Birinin benim için bu kadar özel olması ilk kez tattığım bir duygu. Çok değişik, bilmediğim, daha önce hiç hissetmediğim, yabancı bir duygu.

Bazen hala bocalıyorum, hala ne yapacağımı bilemiyorum bazen.

Engel olamamak, tamamen kapılmak, onun rüzgarına kapılmak... Mükemmel.. Bir o kadar da ürkütücü...
Vazgeçmeyi düşünmüyorum yine de... Öyle mutluyum ki...

Onu seviyorum.. Her hücremle, tüm kalbimle, bedenimin her zerresiyle...