30 Haziran 2010 Çarşamba

kendi blogunda yeni yazı bekleyen insan

Gün içinde sürekli olarak blogumu açıp sayfaya baktığımı fark ettim.

Şimdi takip ettiğim blogları her gün kontrol ediyorum ben, yeni bir yazı var mı yok mu diye. Yoksa da gün içinde ara ara bakıyorum. “Yazmış mı? Aa yazmamış. Neden hala yazmamış ki acaba” diyerekten. İşte bu sayfalara tıklarken hoop bi de kendi sayfama giriyorum. Ne bekliyosam artık. Kimin ne yazmasını bekliyosam.
Şey de olabilir, nasıl görünüyor acaba diye merak mı ediyorum ki.. Belki.. Ya da benim de blogum var, du bi giriyim, anam anam, napıyomuş benim balım da peteğim de, bıcı bıcı falan diye kendimi mi gazlıyorum. Napıyorum lan? Ne düşünüyorum, ne için giriyorum, ne arıyorum zırt pırt şu zavallı sayfada.
Bulamadım. Bugün fark ettim. O andan itibaren düşünüyorum da hala bi neden bulamadım.

Alışkanlık zahar...

Neyse öyle işte.
Hee bi de yazdıktan sonra yazdığım yazıyı bin defa okuma olayım var, bak onu da söylemeden geçemiyicem. Cümle anlamını düzgün vermiş mi? Bunu okuyunca net bişi anlaşılıyo mu, işte “de,da” ekleri ayrı mı bitişik mi, doğru mu? Harf hatası var mı? Öyle mi, böyle mi diye bi sürü kez okuyorum.
Kafayı sıyırıyorum galiba...

P.S: Şu beklediğim iş konusunda gelişmeler var aslında ama çok sıkıldım heveslenmekten. Bi sonuçlansın da öyle söyliyim, oldu ya da olmadı diye. Her gün, bir sonraki gün belli olcak diyorum ama hep bir şey daha çıkıyo ve ben yine bir sonraki gün diye umutlanıyorum.
Ama yarın belli olcak galiba:p Umarım yani...

29 Haziran 2010 Salı

beklemek beklemek beklemek...

Galiba olumlu bi haber gelmiyicek. Pek ümitli değilim artık.

İçerideki kaynak, diğer çocukla ilgili kulağına bişiler geldiğini ancak benim adımın geçmediğini söylemiş sevgilime. Ufff... Çok üzülüyorum. Nasıl heveslenmiştim. Diğer çocuğu alıcaklar heralde. Ama bari olumsuz olduğunu kesin olarak söyleseler de böyle hop oturup hop kalkmaktan kurtulsam. Cep telefonumun her titreşiminde içimden bir şeyler kopuyo yemin ederim.

Hava da kapattı yine. Ağlıyıcak yine İstanbul. Benim için mi ağlıyor acaba. Benim bilmediğim sonucu o çoktandır biliyor mu yoksa lan?

Allah'ım nolursun. Lütfen. Gerçekten çok istiyorum orda olmayı. Yalvarıyorum. Lütfen...
Burnumun ortasında kocaman bi sivilce çıksın 3 hafta geçmesin, yemin ederim sesimi çıkarmıyıcam, puff bile demiyicem. Yeter ki olumlu bir haber gelsin...

P.S: Yağmur başladı. Gök gürlüyo bi de... Ürküyorum gök gürlemesinden ama seviyorum da. Garip bir huzur veriyor bana. Belki bu iyi yönde bi işarettir, üzülme diyodur, bi sabret, bi bekle diyodur bana yukardan... Umarım.

P.S. 2: Çok mutsuzum lannn!!!!!!

içi kırmızı babetlerim!

Dün yeni bi babet aldım kendime. O kadar şekerler ki, fotoğrafını çekip koymak istiyorum buraya ama önce ayaklarımın iyice bronzlaşması gerek. Öyle daha güzel görünecektir. O zaman koyarım.

Neyse. Aşık oldum galiba onlara. Böyle çiçekli miçekli. Ki ben hiç sevmem normalde çiçek böcek kıyafetleri. Ama bunlar başka, çok güzel!!!!

Ve en önemlisi içleri kırmızı yaa. Çok severim içi kırmızı olan ayakkabıları. Kimse görmüyo evet ama ben biliyorum ya giyerken, yeter o.
En sevdiğim şeydir, kıyafetlerin ya da ayakkabıların kendine has olan özellikleri. Aslında sadece kıyafetler değil. İnsanlarda da öyle. İnsanın kendine ait bir tavrı / tarzı olmalı bence. Bir şekilde yansıtmalı. Şık pahalı giyinmekten bahsetmiyorum ama. Mesela saçının şekli. Ya da sürekli kıyafetleriyle kombine fularları. Ya da ayak bileğindeki dövmesi ne biliyim giyim tarzındaki istikrar, gülüşündeki bir nüans, konuşma tarzı, ellerini kullanma şekli... Bulamıyorum şimdi ama basit bir şeyle onu diğer herkesten ayıran bir özelliği olmalı insanın. Ona ait olmalı, “x” denildiğinde direkt o kişiyi getirmeli akla. Öyle minik, bakıldığında fark edilmeyen ama bir şekilde insanların bilinç altına “o”na ait olarak işlenmiş olan bir şeye sahip olmalı insan.
Yoksa sıradanlığın içinde kaybolup gideriz. Ha bana “senin ne özelliğin” var desen söylemem, söyleyemem de. Onu ancak beni tanıdıkça sen görürsün. Bi gün bi yerde bir şey gördüğünde ya da bir tavırdan bahsettiğinde aklına “ben” geliyosam işte o bana aittir. Ki ne güzel bir aidiyettir bu.

Babetlerimden nereye geldim.

Farklı olucam diye, abuk sabuk,"marjinalim ben heyo” diye gezenlerden Allah beni uzak tutsun ama, onlardan bahsetmiyorum.
Farklılık; fark edilmeden ortaya çıkmış olandır bence.

evde tek başına...

Ya ben evde tek başıma korkuyorum...
Gerçekten. Utanıyorum, dana kadar oldum 24 yaşına geldim ama hala akşam tek başıma kalıyosam feci tırsıyorum.

Annemler yazlığa gitti haftasonu. 2 ay kadar tek başımayım yani. Ama evde korkuyorum. Sesler bile duyuyorum lan:S Dün gece gerçekten ödüm koptu!
Tüm ışıkları açtım, ev telefonu çaldı ben yerimden sıçradım. Geçirdiğim zaman da topu topu yarım saat hee. 11’de geldim, 11 buçukta attım kendimi yatağa zaten. Ama sorsan derim ki 2 saat eziyet etti bana ecinniler.

Ordan ses duyuyorum, kalbim pat pat pat atıyo, gözlerimi kapıya doğru çeviriyorum korka korka, hani kapıda minik boylu, korkunç sıfatlı bişi beni bekliyor gibi geliyor. Neyse bakıyorum kimse yok. Tam rahatlıyorum, yüzümü yıkıyıcam, anam aynaya bakamıyorum. Yüzüm benden bağımsız mimikler yapıcak, korkudan öldürücek beni, eminim. Ya da emin değilim, belki de canavara dönüşüp aynadan üzerime atlıyıcak. Evet evet, Allah’ım naapıcam, kurtar beni noolur, diye yusuf yusuf bakıyorum aynaya, kocaman açılmış gözlerim, ağlıyıcak gibi büzülmüş dudaklarımla benden başka kimseye ait değil yüzüm.

Böyle bir dolu korkulu andan sonra, gittim odama tüm ışıkları açık bırakıp, maraton kazanmak isteyen bir koşucu edasıyla. Kapadım kapıyı, attım kendimi yatağa, sevgilmi aradım. Hani bir rahatlıyım diye. Bu sefer de odam çok karanlık geldi, hiç bişi görmüyorum, gözümü kapatıyım bari dedim, yumdum gözlerimi öyle konuşuyorum. Odamın ışığını da açık bırakamam ki, asla uyuyamam ışıkta. Eziyet ama bu, eziyetttt!!!

Uyuyım bi an önce o zaman ben diye kapadım telefonu, arkamı duvara döndüm. Ama yatağın kenarından o korkunç sıfatlı çıkıcakmış gibi hissediyorum. Bi yandan dua ederken bi yandan da nefes alıp kalbimin hızını azaltmaya çalışıyorum. Yüzümü duvara döniyim dedim ama ya bu sefer de arkamdan hançerlerlerse beni... Ağlıyıcam hönküre hönküre, ses çıkarmaktan korkuyorum.
Böyle yusuf yusuf bin bir düşünceyle uyumuşum.

Sabah kalktım, hala benim, yüzüm ben, uzuvlarım eksik değil. Sağlıklıyım, etrafımda bıraktığım hiç bir şeyin yeri değişmemiş. Rahatladım.

Yalnız yaşamak istiyorum bi de ben... Neyime güveniyorum acaba...

28 Haziran 2010 Pazartesi

bi damla gülücük...

İşini güler yüzle yapmayan insanlara sinir oluyorum. Hani primle çalışırlar mağazada götünün dibinden ayrılmazlar “yardım edeceğim bir şey var mı?” “Elinizdekileri alıcak mısınız? Yardım ediyim ben kasaya götüriyim” diye. Ama yoksa prim mirim. Soru sorduğunuza soracağınıza pişman ederler sizi;

- Sadece alt bikini olarak bi tek bunlar mı var?
- ----- (Cevap yok)
- (iç ses) Hımmm.. bunlardır heralde. Neyse iyice bakiiim bari, arada siyah vardır belki.
Bi dk sonra hala siyah ipli bulunamamıştır.
- Pardon, ipli siyah bikini depoda falan var mı? Burda normaller kalmış sadece?
- ----- (Yine cevap yok?
- Pardoonn?? İpli siyah bikini?? Yok mu?
- Hımm. Ordakiler sadece.
- Peki gelicek mi yakında falan?
- Gelebilir.
- Anladım. Peki süre verebilir misiniz? Yani 2 hafta içinde gelir mi sizce?
- Bilmiyorum.
- ?!?:S

Dövesim geliyo o kadını orda. Bilmiyo olabilirsin tamam, ama öyle kıl mı cevap verilir? Bi gülümse en azından, yine mal mal konuş ama gülümse azcık ki mallığını örtsün.
Hani anlarım, insanın kötü günüdür, kötü bişiler olmuştur, suratı asıktır ama öyle bir şey de yok. Ne zaman gitsek öyle kadın. Meymeneti kaçmış gitmiş.
Ben ki iki gülse yüzüme kanka olurum orda, anam anam aklına gelen hayır duaları okuyan teyzelere benzerim bildiğin.

----------

Haftasonu biricik Cici'nin doğumgünüydü. Hatun pasta sevmiyo ama. Hadi dedik bu sıcakta yenmez zaten şimdi ağır gelir, ama doğumgünü namına bişiler de yapmak gerek yani. Bari gidiceğimiz yere geçmeden bi pastacılık oyunu oynayalım.

Girdik İstiklal – Galatasaray Lisesi’nin ordaki Özsüt’e. Orda bi kadın var, böle nasıl pozitif ama. Atladım direk yanına. “Yaaa pardooon, şimdi bizim bi arkadaşın doğumgünü, kendisi de yolda geliyo, ama pasta sevmiyo. Biz dedik ki şimdi şöle bişi yapsak, hani yaz ya, işte dondurma siparişi versek, limon çilek sever kendisi, işte sonra o dondurmanın üstüne yazsak iyi ki doğdun kuş, diye. İki tane de mum lütfeeen, olur mu yapabilir misiniz?” böle karman çorman sırası şaşmış bi şekilde anlattım kadına durumu.
Kadın elinden gelen çözümü üretti bize. Neyse geldi Meriva hanım, oturuyoruz, sipariş vercez, aşağıda hazırlanıyo pasta değeri yüklenmiş dondurmamız. Ama o da ne hanım kızımız “limon vişne” seviyomuş , çilek diil. Neyse ben bi çişe gidiyim diye kalktım yanlarından.
Gittim durumu yine bi özet geçtim, vişne olsun noolur çilek diil diyerekten.
5 dk. İçinde getircez dediler. 15 dakka geçti nerdeyse.Ben aman unuttular, tüh derken baktım geliyo biri, mum sönmesin die uğraşarak. Meğer kup köşeli olduundan üzerine yazı yazamamışlar onlar da kocaman bi tabağa kupu koyup, tabağın üzerine kivi ve çikolata sosuyla yazmışlar iiki doğdun kısmını. Meğer ondan gecikmiş yani....
Bi de böyleleri var işte. Kadına giderken “Ay çok saolun, kolay gelsin, görüşmek üzere” gibi bilimum samimi ayrılık cümlerini saydım.

Diyeceğim o ki (Sanırsın ki şimdi yılın en iyi konu toparlayıcılığını yapıcam ama yok öyle bişi, geri çek beklentilerini); Güler yüz önemli. Kendi gününü de aydınlatıyor karşındakine de pozitiflik veriyor, ben böyle bi mutlu huzurlu çıkıyorum ordan.

Bir de Kuş iyi ki doğdun lan...

midyattaki pirinci istiyorum!

Kalbim durucak sanki. Dayanamıyorum.
Cuma girdim sınava, hani gece üzerime üzerime geliyo o kodlar diyodum ya, aklımdan hiç gitmemişler saolsunlar, yapmışım sınavı, iyi geçmiş. (içeriden bilgi aldım:p)

Ama sonrası tam bir işkence oldu benim için. 2 kişiyiz. O da alınabilir ben de, hatta belki ikimiz de. Bugün yarın belli olucak. Cuma akşamı nasıl ağlıyorum aman allahım, görmen lazım. Tepiniyorum bildiğin. Çünkü bir anda deli gibi bir korku bastı beni. “İki kişi arasında kalındıysa kesin o alınır ben değil” diye.
İkimiz de alınsak keşke. Yoksa onun için de üzülücem. Ama olmazsa kendim için inanılmaz kahrolucam. Dayanamıyorum çünkü, öyle bir kaptırdım ki kendimi. Görsen bu kız orda çalışmıyo mu zaten yaa? Dersin. Benim şirketim orası oldu bir anda da ben burda misafirim gibi sanki.
Çok kaptırdım. Çok korkuyorum. Olmazsa kazığın üstüne oturcam sanki. Öyle canım acır yemin ederim.

Sabredemiyorum. Aşık olmuş gibiyim böyle, aynı semptomları yaşıyorum. İçim kıpır kıpır, gözlerim yanıyo, sinirlerim alt üst oldu, nasıl stresim nasıl sinirliyim. Sürekli bir yalvarma halindeyim “Allah’ım nooolurrsunnnnn lütfeeennn” diye.


Haber gelse de rahatlasam. Sevinceksem hayvan gibi naralar atıp sevinsem, üzülceksem oturduğum kazığa ağıtlar yaksam. Ama bitse şu süreç...
Yoksa zaten belirsizlik yüzünden, adam gibi hiç bi iş yapamadığım için burdan da kovulucam o olucak yani. Ne bulgur kalcak elde ne pirinç...

25 Haziran 2010 Cuma

Bihter'in hoppidi memeleri

Dün Bihter öldü... Benim aklımda dizinin son bölümüne ait kalan tek şey, kalbine kurşunu sıktıya hani, yere düştü sonra. İşte orda tv’nin orta yerine denk gelen göğüsleriydi. Evet aklımda bi tek bu kaldı. (Behlül’ün son sahnesini hatırlayamadığım için memnunum ve de, Behlül kaçar ne yahu, orda dencek laf mı)
Belki biraz da bacakları kalmıştır aklımda, yok diyemem şimdi. Ama göğüsleri. Ah Allah’ım yaaa, her türlü göğüs dekoltesi hayranı olan bana birazcık daha büyük göğüs veremez miydin?
Bu Beren Saat gacısına ayrıca uyuzum ama. Yüzü o kadar güzel zaten. Götü, başı, bacağı, memesi, ne biliyim işte en azından bunlardan biri daha normal olabilirdi, hepsinin kusursuza yakın olması gerekmezdi ki. Götün çok güzeldir mesala, arkadan afetsin, yüzüne bakarsın, nötürler birbirini. Ya da taş gibi, diri göğüslerin vardır, hani südyen takmadan da füze gibi duranlardan, he işte, ama popon harran ovası gibidir. Yüzün bebek gibidir ama boyun çok uzun değildir... gibi. Örnekler çoğaltılabilinir pek ala. Ama bu kadın. Yok yani, her türlü taş. (Ulan bi gece de fanı oldum resmen, görmeyeydim dün gece o memeleri de rahat rahat devam edeydim yaşantıma, nolurdu.) Bi garip yürüyo, yürüyemiyor hatta ama napıcan o da ona has bir şey işte. O kadar seksiliğin yanına sevimliliği de katar hatta, daha beter.

Amaaaan işte. Diyiceğim o ki; izledim izledim izledim diziyi, sonra o sahnede “Allah’ım nooolur bi geçmesin şu sahne, ne güzel düştü lan, ben düşsem nasıl bi görüntü olur acaba, neyse şimdi onu düşünmeyelim, bi görüntü de olmaz zaten. Bak bak bak nasıl da güzel hoppidi hoppidi yapıyo hala” diye düşünürken sapık gibi hissettim kendimi. Aslında sapık değilim ama. Sadece kıskandım ve özendim. Allah sahibine bağışlasın derim valla ancak, tek bi kötü şey de düşünmem.

O diil de galiba ben ciddi ciddi silikon taktırmak istiyorum:S Ben de istiyorum lan, düştüğümde bir görüntü oluşsun öyle hoppidi hoppidi. Hakkım değil mi yani?

24 Haziran 2010 Perşembe

kabus kodlar

Öss’ye dün geceki kadar çalışsaydım Odtü, Boğaziçi falan, istediğim okulda, yıllarca hayalim olan moleküler biyolojide okurdum heralde. Ya da hadi okuyamadım, hali hazırda 2. veya 3. sınıfta aldığım veri analizi dersinde bu hevesi gösterseydim, gıcık hocamın göz bebeği olurdum. Vallahi olurdum.

Bir ihtimal var. Hayatımı tekrardan farklı bir istikamete yönlendirebilmem için. Çok heyecanlıyım öyle böyle değil. Ancak önümde küçük bir engel var: SQL
O engeli aşabilirsem eğer, iş değiştiricem galiba. Yarın büyük gün. Ve ben dün gece aralıksız çalıştım bu engel için, nasıl hırs yapmışsam, nasıl istiyorsam artık. Şimdiye kadar çokktaaan “amaaan yapamıyorum yani, ne gerek var, kalsın tamam istemiyorum” demem gerekirdi. Oysa ben naaptım, dün gece kendisini “SQL duayeni” ilan ettiğim sevgilimin arkadaşıyla heves içinde çalıştım. İstiyorum yaa öyle böyle değil, gerçekten istiyorum, taaa içimde bi yerlerde böyle kıpır kıpır.
Bütün gece uyumadım neredeyse, dün en öğrendiysem, neyde takıldıysam, ne kod yazıp durduysam hepsi üşüşmüşlerdi gece başıma. ‘Count’lar üstüme gelirken uyanıyorum, tam gözümü kapatıyorum bu defa da ‘distinct’ geliyo, anam dur bi açıyım gözümü de rahatlıyım diyorum bu sefer bir kalıp kod beynimde dönüp, “doğru muyuz sence, yanlış mıyııızz, baksana bizeee” diye şarkı söylemeye başlıyor.
Fıttırıcaktım, sabah yüzüm gözüm şiş, mide bulantısıyla uyandım, böyle panik, heyacan, istek, korku, ne kadar his varsa hissedebileceğim, hepsini hissediyorum, iğrenç.
1 gecem daha var. Halledebilirsem, yarın yüz akıyla çıkıcam ordan. Yoksa hayal kırıklığı... Hem de en eziğinden.

O değil de, daha kötüsü var bir de. Ben sanki haftaya işten ayrılcakmış gibi bir halet-i ruhiyeye girdim böyle. Deli miyim neyim? Müdürüme nasıl söyliyiceğimi düşünmeye başladım. İşlerimi toparlamaya, arkamda dağınık bir iş yığını bırakmıyım diye, excel tablolarıma notlar düşmeye falan başladım. Hani benden sonra işleri devralacak kişi bakınca ne yapıldığını anlasın falan diye. Bildiğin toparlıyorum, her şeyi basite indirgeyip bırakıyım diye bir mantık içerisindeyim resmen.

Korkuyorum. Bu çok heveslendiğimin göstergesi çünkü. Olmazsa çok koyucak belli. Ama elimde değil. Gitmeliymişim ve gidicekmişim gibi hissediyorum.

Etrafımdaki herkese dua etmeleri için yalvarıyorum bildiğin. Sen niye etmiyosun diyiceksin, edemiyorum. O kadar çok istiyorum ki, yanlış bir dua edicekmişim diye korkuyorum.

23 Haziran 2010 Çarşamba

bazen ben mi insanları tanıyamıyorum diyorum ya da hala çok safım

Hani şu yazımda bahsettiğim şirketin karaktersiz tipleri vardı ya, onların ele başısıyla bugün bütün gün toplantı odasında çalışmak zorundaydım.
Böyle muhabbet o bu derken, adamın bambaşka bi yönünü keşfettim. Ben ki bu insan için kelimenin tam anlamıyla “kötü” ifadesini kullanırdım, bahsettiğim ota boka her şeye kötü deriz ya, öyle değil, safi kötü. Çıkarı olmadığı halde, sadece kötü olmak için “kötü”.
Neyse bir an dedim, lan harbi tanımıyo muyum insanları acaba? Yoksa ben mi çok safım da bi anlık yakınlıkla hemen eritiyorum buzları, değiştirebiliyorum düşüncelerimi?
Ama öyle oldu işte. Bi an sanki kendine özel bir şeyi benimle paylaştı. Dolaylı olarak ortak bir noktamız vardı. Ben bir an için kendimi onun yerine koydum. Ve işte olan oldu, aklımdan geçti işte; acaba o kadar da kötü değil mi?
Bu düşünceler benim sonum olabilir yaa, o kadar diyim sana. Bir kere böyle düşündüm ya, ne sorsa içten içten cevaplarım artık. O benimle özel bir şey paylaştı, ben tutar bütün özelimi anlatırım, o derece. Aleyhime mi kullanır, başıma dert mi açar, gidip arkamdan dedikodumu mu yapar, güler mi kötü kötü “ha ha haa” diye. Bir düşün be, düşün bi. Ama hiiiç.. Bir tanesini bile düşünmem. Salak mıyım acaba diyorum bazen. Zeki diye geçinen aptallardanım galiba.

Böyle işte.. Çözemedim şimdi.. Sevsem mi bu adamıııı sevmesem mi...

Hey insanlarrr!! Allah için çıkarın atın şu maskelerinizi de bir rahat yaşayalım ama yaa. Yeter yani, paranoyak oldum.

21 Haziran 2010 Pazartesi

iyilik yapıp denize atamamak

Hani böyle olur ya bir şey yaparsın, birini ilgilendirir, hayatındaki önemli birini ilgilendirir. Yaptığın her neyse onun için yaparsın. Onu savunursun ya da bir iyilik yaparsın. Ne biliyim işte, yaparsın da sonra denize atarsın hani.

İşte ben denize atamam. Atamıyorum yani galiba... Hemen bir yolunu bulup söylerim; “Senin için böyle böyle dedi amaaa ben korudum canım seni, böyle böyle dedim. Üstüne bir de şunu dedim, kaldı öyle. Aaa ne ayıp yani, söyletir miyim hiç sana laf ben, yok artık...” diye gizli gizli de övünür dururum.
Süper bir şey mi yaptım. Aaa çatlarım ortaya çıkarmazsam, napar eder bulurum yolunu, yumurtlarım.

İşte ben böyle bir insanken bu sabah iş arkadaşımdan sevgilimle ilgili duyduklarım utandırdı beni. Utandım, valla bak. Dün başka bir iş arkadaşım evleniyodu (Allah mesut bahtiyar etsin, burdan da söyleyiveriyim hemen), biz de gittik tabi. Bir ara ben yokken masada, şirketin karaktersiz ekibi, geyiğin sınırını bilmeyen insanlar toğluluğu, saçma sapan konuşmuş yine espri yaptıklarını sanıp. Bizimki cevabını vermiş. Ama tek kelime etmedi bana sonradan.

Sabah iki ayrı arkadaşımdan duydum, “ne iyi etti, içinmin yağları eridi valla billa” diye. Bi mutlu oldum, bi sevindim, böyle hemen gidiyim, sarılıyım, mıncırıyım onu istedim.

Hep böyle yapıyor, ben sonra başkasından öğreniyorum dedğini, yaptığını.
Sonra ayıplıyorum bi de kendimi. Bi tut be kızım dilini, bak kendiliğinden ortaya çıkınca nasıl cool duruyo!! Ama nerdeee, ille övünücem işte gizli gizli. Bendeki de böyle bi huy işte napıcan.

20 Haziran 2010 Pazar

okudum da... ya bir balta sapı olmazsam?

Heyecanlıyım.. Kararsızım da, her zaman ki gibi...

İş değiştirmek istiyorum. Ama hala ne yapmak istediğimi bilmiyorum. Ordan oraya sıçramak da istemiyorum ama öyle oluyomuş gibi sanki. Bulunduğum yerden beni kurtaracak, daha iyi gibi gözüken her hangi bir işe atlayabiliyorum. Ya da atlamak isteyebiliyorum. Ben mi istikrarsızım bu kadar yoksa gerçekten içinde bulunduğum ortamlar yüzünden mi böyleyim bilemiyorum. Ama çok canımı sıkıyor bu durum. Kendime olan saygımda sallanmalar başladı. Hiç bir yerde mutlu olamıyıcakmışım, hiç bir iş beni tatmin etmeyecekmiş gibi geliyor. Ya da daha doğrusu ben bi boku beceremiyicekmişim gibi.

Korkuyorum o yüzden. Başarısız olmak her zaman en büyük kabusum oldu. Şimdi de ömrüm boyunca söylenip duran, bir türlü "iyi" olamayan bir çalışan olmakla karşı karşıyayım sanki. Öyle olmamalı.

Heyecanlıyım, çünkü bunları tersine çevirebilecek bir fırsat doğuyor gibi. Ama ne olucak, nasıl olucak, hatta olucak mı belli değil henüz. Çok kaptırmak istemiyorum, sonra olmazsa hayal kırıklığı yaşamıyım. Ama bi yanımda durmuyor, o şirkete geçmiş gibi hayal kuruyorum, planlar yapıyorum.

Burası olsun ve uzun zaman söylenmeden çalışabiliyim, "kariyerim bu yönde ilerlemeli, evet" diyebiliyim.

Lütfen...

18 Haziran 2010 Cuma

Toplanan Erkekler

Dün İstanbul'un bir ucundan gerçek anlamda diğer ucuna toplantıya gittim. O kadar mızmızlandım, "yaa göndermeyin beni nooluuur, uzağım ben çok uzaaak" diye mırın kırın ettim. Kimsenin umrunda olmadı. Neyse gittim hadi.

Şirketten biriyle buluştuk yolda, kahvaltımızı yaptık, gidilcek yeri bulduk. Arabayı park ettik falan derken. Bi baktım anam bi sürü herif kapıda doluşmuş cigara içiyolar. Ayyy üstlerine sinmese de, içeriyi sigara kokutup migrenli bi toplantı geçirmeme neden olmasalar bari, diye düşünerek, tanıdıklarıma selam verip üç beş konuşarak, tanımadıklarımın yüzüne bakmayarak çıktım yukarı toplantı salonuna. Girişte, ev sahibi olan, günde yüz defa telefonda konuşmak zorunda kaldığım kişiyle tokalaşırken "Ooo işte toplantımızın tek bayanı da geldi" dedi. Gülümsedim sadece, ne diyim yani "ehehe, ne güzel dimi, fantazi falan yapıcaksanız haberim olsun" mu? Neyse diyip geçemeden ben, sol taraftan bi ses, patronlardan birinin cıvık oğluna ait; "bikbikbik bey, hanfendi son günlerdeki toplantıların tek bayanı, sadece bu toplantının değil, ehuehue." Noluyoruz beee. Ezik hissettim kendimi, geçtim oturdum.

Toplantı sabah 9 buçuk akşam 5 arasındaydı. 20 Erkek (2'si Alman:p)ve ben... İlk başta tırstım valla ne yalan söyleyim. Sonra henüz yok olmayan öğrenci damarım tutu galiba, başladım not falan almaya. Üniversitede bir derste o kadar çok not almadım ama ben. İlk yarı bitti, bizim şirketin berbat yemeklerinden sonra süper karnımı doyuran bi yemek yedim. Valla o çok iyi geldi, oh be iyi ki gelmişim, aç karnımı doyurdular, diye düşündüm. Karnımı falan sıvalzadım, geğiricem o moda geldim yani.

Sonra tekrar iğrenç, kliamadan vs. yapış yapış olan o odaya geri döndüm ama yavaştan sıkılmaya da başladım yani.

Sıkılan sadece ben değilmişim meğerse. Yavaş yavaş, o kadar erkeğin bir araya gelip de hala neden saçma sapık espriler yapmadığına şaşırmama fırsat kalmadan başladı bizimkiler.
Bi de malım ben, safım, 12 yaşında yeni yetmeyim ya hani, anlamıyorum sanki ne demek istediklerini. Olayın geneli ortada, ayrıntılara girilmiyo ama "burda şimdi ayıp olur, bayan var" Lan manyaklar ben anlamıyo muyum senin "delik ne kadar darsa o kadar iyi, puhahahha, abi açmıyım konuyu şimdi ayıp" derken neyden bahsettiğini. İlkokul çocuğu mu duruyor karşında. (Filtre deliklerinden bahsediliyo bu arada burda, ne iş yapıyo bu kız demeyin sonra:p)

Bu bi örnek sadece. Alaman Amca espriyi patlatıyo, hadi bizim cıvık patron oğlu çevirmiyo ya da bi kısmını çeviriyo, İngilizce söylediğinde de ben anlamamış gibi saf saf bakmak durumunda kalıyorum öyle. Hani "aaa etraftaki insanlar gülüyo ama benim aklım çook başka yerlerde, ben başka bir şey düşünüyodum, kaçırdım konuyu" triplerine giriyorum.

Öyle işte... Sevmiyorum bu tarz gelişmemiş insanları. Ağzından tek bir küfür çıkmayanlardan değilim, bozuk bi ağzım olduğu bile söylenebilir belki ama her şey de yerinde güzel. İş ortamındaysan edebinle anlat ne anlatcaksan, defol git. Kaç kere gördün beni de saçma sapan espriler yapıyosun.

"İş hayatında kadının yeri kompozisyonlu yazımızda" gibi oldu bu yazı yaaa:) Normalde öyle kadınların ezik falan kaldığını düşünmem iş yaşamında valla, öyle histerik takıntılarım da yoktur ama sinir oldum dün.

Yine de iyi ki gitmişim diyorum tabi, şirkete geri dönmeyip dierkt eve gidince normalden 2 saat daha erken evde oldum. 6 buçukta evde olmak ne güzel bir şeymiş yaaa. Yattım, kalktım, okudum, onu yaptım bunu hallettim derken saat sadece 8 olmuştu ve ben yayıla yayıla Aşk-ı Memnu'nun iyice sapıtan sondan bi önceki bölümünü keyifle izledim.

Sinirim mi? Unuttum gitti... Kırk yılda bi eve erken gelmişim, onu mu takıcam.

16 Haziran 2010 Çarşamba

denizdeki yılan

Yaz aylarında işler duruluyo biz de... bir de müdürler falan böyle iş seyahatlerine falan çıkıyorlar, istedikleri analizler vs.ler de azalıyor, daha bi nefes alıyoruz dolayısıyla. Böyle tüm acil işlerimi hemen bitiriyim, giriyim internete bişiler okıyım, yazıyım moduna giriyorum. (Evet hiç ilginç değil, farkındayım:p)
------
Hayat ne kadar pislik yaa... Hep denize düşen yılana sarılır durumunu yaşatıyo bana. Önceki çalıştığım yer berbat bi yerdi. Böyle nasıl kurtuldum, kaçtım bilemedim. Sonra 1,5 ay falan iş aradım, burda başladım. Mezun olalı zaten 5 ay olmuş, ben böyle işsiz kalıcam korkusuyla karşıma çıkan ilk adam gibi maaşa atladım. 5 aydır da burda sürünüyorum ama. Allah var önceki işimle kıyaslanamaz tabi ama... Ya kötü ortam, berbat şartlar ama o işi seviyodum ben. Sektörü kötüydü. Şimdi de yaptığım iş memnun etmiyo beni, sektör durumu umrumda değil..o en kötüsü işte. Sırf zaman geçirmek için çalışıyorum sanki. Zamanımı doldurıyım da haftasonu gelsin.
Bekleyebilseydim keşke... İçime sinen işe baksaydım öncelikle, sadece beni rahatlatıcak maddi kısmına deği. Hayat sardın beni yine yılana. Uff yani...

şımarık hanfendi

Şımarık bir insan mıyım hiç bir zaman karar veremedim. Ben rahatsam şımarığım sanırım. Ya da olduğum yeri umursamazsam. Ne biliyim. Kimse sorsam ki?

Hafta içi 4 gün bin bir eziyetle ingilizce kursuna gidiyorum. Pazartesi – Salı idare eder, yarı ecnebi İngilizce hocam çok tatlı böyle bakmaya doyamıyorum. Pofuduk pofuduk. Zaman geçiyo, anlamıyorum. Ama o diğer günler gelen hoca... Aman tanrım yaaa, çekilir eziyet değil. Neyse konu da bu değil zaten.
Dün yarı ecnebi hocamın dersiydi, konu da kardeş dizilimine göre karakter yapısı. (O nası bi açıklama deme, bulamadım, ama anlatcam bi bekle) Kitaba bakıyoruz öyle mal mal. Diyo ki, ilk çocuksan, mıymıysın, bilmemnesin, ortancaysan süpersin yeteneklisin, mini çocuksan şımarıksın. O ne bee... Bi ortanca çocuk mu akıllı, adam olacak çocuk kıvamında yani.
Bizim yarı ecnebi hoca soruyo tabi, kim büyük, kim ortanca. Sen öyle misin, böyle misin. O musun şu musun? diye. Hayır ben küçük çocuğum mesela ama öyle bir abla var ki ben de büyük müsün küçük mü belli değil. Hadi ikiz gibiyiz diyip geçiyim şimdi.
Sıra geldi "kim küçük çocuk"a. Tek benmişim. Böyle bi atladım “ben ben benn” diye. Hani kitaba bakyolar “küçük sıpa şımarık olur”, bakıyolar bana “anam valla şımarıkmış dooru, tipe bak”
Duruldum hemen. Dur dedim dur bi ağır ol, napıyosun. Sordu “Şımarık mısın hanfendi sen?” diye pufuduk hocam. Ben son derece ciddi “Hayır, sometimes maybeeee” dedim. Sonra herkes güldü falan inanmamış inanmamış.
Bi düşündüm sonra şımarık mıyım ki ben yaa diye. Değilim ama. Yani kursta çok sıkılıyorum. Doğal olarak sağa sola sarıyorum böyle, cıvıyorum falan. Şımarık sanıyorlar beni.
Sevgilim de “ne kadar şımarıksın” diyip duruyo. Annem de moralim iyise şımardığımı söylüyor. Ama bazen “şımarıklıktan ne dediğini ne yaptığını bilmiyosun” da diyo.
Uff anlamadım ki.. Yeni bir ortama girdiğimde ağzımdan laf çıkmaz benim, öyle çekingenim. Sırf bu yüzden “ukala, burnu büyük, kendini beğenmiş, soğuk” olarak algılanırım. Halbuki bi bilseler utancımdan konuşmaya çalışsam boğazımdan hır hır bi ses çıkar.
Sonra bir şey oluyor ama. Alışınca oraya ortam şebeği mi oluyorum nedir. Yine de şımarık değilim, kabul etmek istemiyorum. Şımarıksam da suç mu. Valla kimseye zararım yok.

Not: Google a şımarık yazınca bu foto çıkıyıo. Böyle olucaksam eğer, şımarığım lan, var mı? Şımarığım işte.

15 Haziran 2010 Salı

haftanın günleri

Pazartesi ve Salı günleri çalışamıyorum. Pazartesi sendromum Pazar öğlen başlayıp Salı işten çıkana kadar devam ediyor. Ölü gibi oluyorum. Gözüme kalem bile çekmiyorum, öyle mutsuz, öyle hayattan bezmiş, öyle bitse de gitsek havasındayım.
Çarşamba böyle yavaş yavaş kendime gelme günüm. Ama yine de “ya bugün neden Cuma değil yaaa” nidalarıyla kalkıyorum. Çalışma konusunda biraz daha azimliyim ama. Pazartesi ve Salı mümkün olduğunca savdığım işleri bugün bitirmeye başlıyorum. Akşam olsa da gitsek durumum stabil hala.
Perşembeyi seviyorum. Cuma öncesi ya hani. Cumayı sevdiğim kadar seviyorum nerdeyse. Cumayı hediye ediyor diye mutlu olmaya başlayan ruh halimle karşılık veriyorum ona. Çalışıyorum o gün. Adapteyim işe, verin verin, onu da yapabilirim, yetişir yetişir bunu da yaparım gibi dolanıyorum ortalıkta. (Yalan! Dolanmak kelimesi tam bi yalan. Yerimden bile kalkamıyorum çoğu gün) Neyse. Sonuç olarak güzel bir gün Perşembe. Eskiden Aşk-ı memnuyu izlerdim bir de Perşembe akşamları, o yüzden de severdim.
Ve Cuma... Bir gün bu kadar mı güzel olur. Tatil arifesi, arifeleri sevmişimdir her zaman zaten. Aynı şeye benziyor, dondurmayı yiyebilmek için iştahla öncesindeki ana yemekleri silip süpürmeye. Ama şöyle bir problem var bu sefer de. Öyle mutlu oluyorum ki, çalışmaya odaklanmam zor oluyo bu defa. Bütün hafta bu günün gelmesi için surat asıp duruyorum sanki. O gün ışık saçma arzusuyla doluyum böyle. Sabah sabah işe gelip makyaj bile yapıyorum çoğu Cuma.

Sonuç olarak benim bütün hafta adam gibi çalışmadığım çıkıyor ortaya. Valla bak vicdan azabı çekicem şimdi. Ama yok hakkımı da yiyemiyicem. Bazen tüm hafta çay almaya bile kalkamıyorum yerimden. Deli gibi çalışıyorum, geceleri rüyalarımda ürün kodları, stoklar vs. görüyorum. Aklım işten sonra bile işte oluyor. İstemeyerek çalışıyorum tamam. Ama çalışıyorum yani...

14 Haziran 2010 Pazartesi

iş yerinde okuma saati

Ortaokuldayken Türkçe derslerimizden bir tanesi "okuma saati"ne çevrilmişti. Allah'ım nasıl eziyet! Hiç sevmezdim okumayı. 3 ay geçti geçmedi en sevdiğim ders oldu çıktı. Ortaokulumu hala minnetle anmamın nedenleri arasındadır o saatler. Okumanın, dolayısıyla yazmanın insana neler kattığını görmeyi borçluyum haftalık birer saatlere.

Önerim şirketlerde öğle saati gibi okuma / yazma saatleri olması. Evet istiyorum, dilekçe vericem bişi bakanlığına (o kısmı daha netleştiremedim de)

Böyle gizli gizli, birisi gelecek diye sol elimin parmakları ctrl + tab da, panik içinde bir şeyler okumayı sevmiyorum. Ama okumazsam da kendimi iyi hissetmiyorum.

Kural olsun. Hem bu millet neden okumuyor diyoruz. Yapalım işte bir şeyler, işe yarar belki. Çalışmıyım da nolursa yaparım diyen, kaytarmak için okuyacak olanları düşünün bi. Sadece onlar bile nasıl bir çoğunluk eder. %15'i okuma alışkanlığı kazansa.
Bak devlet kalkınır böyle böyle, kültür seviyemiz artar.
Nah buraya da yazıyorum. Bi denesinler, görücekler.

Yaşasın okuma saatleriii!!!

İyi olmanın yükü

İnsanların bana “ne kadar iyisin” demesinden nefret ederim eskiden beri. Gerçi artık kimse öyle şeyler demiyor ya.
Neyse. Eskiden derlerdi ama. Neden hiç bilmiyorum, gerçekten iyi biri olduğumu düşünmüyordum o zamanlar, vicdan azabı çektiriyordu bana o sözler. Şimdi dönüp baktığımda “iyiymişim ki aslında” diyebiliyorum. Kötülüklerle karşılaştıkça anladım kendimde kötü sandıklarımın ne kadar masum olduklarını.

Sevmezdim. Çünkü her insanın içinde bir kötü tarafın olduğuna inanırım. Ne kadar yok desek de çoğu zaman vardır hep kendi çıkarımızı da düşünen bir yan. Elbet vardır, insanız yani nasıl olmaz?!?

Sonra o “iyisin” lafı var ya... Nasıl bir yük bindirir insanın omuzlarına. İyisin iyisin, derler, öyle bir alıştırırlar ki seni, gün gelir kararın onlara ters diye kararsız kalırsın. “iyisin” kelimesinin eksikliği daha çok acı verir özünü kaybetmekten. “Kırılmasın şimdi bana, bu seferlik öyle yapıveriyim nolucak” diye başlar tüm özsaygını yitirmeye doğru gider sonra.
İnsanlara gebe kalırsın bir gün. “Kötü” kelimesi “sen iyisin”den önceki gibi değildir artık. Kötüdür. Daha bi acıdır. Acıtır, daha bi can yakar..
İnsanlar alışırlar çünkü. Öyle çok alışırlar ki, onlara ters düştüğünde kendi kararını uygulamış bir birey değil “değişmiş” bir insan olursun artık.

Sevmezdim o yüzden bana çok iyisin denmesini. Omuzunda bir yüktür. Söylendikçe ağırlaşır...

tutku hislerin anasıdır.

Orta karar bi insan değilmişim bunu anladım. Kendim hakkımda düşündüm düşündüm çıkan sonuç bu.

- Bi film/dizi izliyorsam, kaptırıyorum kendimi öyle böyle değil ama. Sanırsın ki bi ben keşfetmişim, dizi beni anlatıyor, benim için yazılmış, ben ordaymışım da şevkle kendimi izliyormuşum hatta.

- Bi kitap okuyosam daha da beter. Bitirene kadar köpek gibi okuyorum, sonlarına doğru ben de bir panik, aman kitap bitiyo ne halt edicem bitirince, boşluğu nasıl doldurucam? Sanırsın ki dünyadaki tek kitap. Öyle kaptırıyorum kendimi, içindeymişim, ben de sayfalarla yaşıyormuşum gibi. Sayfa bitiyo, hoop ben depresyona giriyorum kısa süreli. Böyle gözümü kapatınca kitaptan parçalar görmek olsun, olayları gerçek sanıp, üzerinde düşünmek, şöyle olsaydı nasıl olurdu diye düşünmek olsun. Öyle gerçek hayata küsüyorum bir süreliğine.

- Moralim bozuldu diyelim. İşte dünyadan bir kopuş daha. Her şey kötü, her şey üzerime geliyordu zaten bu da oldu tamam artık, öliyim daha iyi modlarına giriyorum bir anda. Allah’ım hayat hiç mi iyi bir şey sunmaz insana, kurtar beni noolursun.

- Sonra mutlu da oluyorum ama. Küçük bir şey de olsa mutlu oldum mu bu defa da her şey güllük gülistanlık, kahkahalar atıyım ben sürekli, görsünler insanlar yaa ne kadar da mutluyum. Hayat böyle bir şey, güldüğümüz kadar varız. Ha sorsalar koca apartmandaki pencere pervazındaki kıymık kadar hayatımdaki yeri. Ama gör bi beni dersin ki almışlar bir ev vermişler İstanbul’un merkezinden, kurtarmışlar beni Beylikdüzü’nden.

De işte sanma ki uzun sürüyo, sevgilim yazdığım mesaja istediğim tepkiyi vermesin anında yıllarca Beylikdüzü’nde hapis kalacakmış halet-i ruhiyesine bürünebiliyorum.

Yoruluyorum. Yoruyorum da. Ama insanların tepkilerinin orta karar olmasını anlayamıyorum. Üzüntü ne kadar dipteyse mutluluk o kadar yüksekte olmalı bence, ne olduğu değil, senin nasıl hissettiğin önemli.

Doğrusunun bu olduğuna karar verdim yok. Şimdi bi kitap okuyorsam ve tutkuyla okumuyorsam ne diye okuyorum ki? İzlediğim dizi bende gerçek bir etki yaratmıyıcaksa çekilmesinin amacı ne? Ben de çekerim. Kimse izlemez o ayrı. O ayrı değil aslında ana fikir o. Sen beni içine çekiceksin ki ben seni izliyicem, beceremiyorsam ben de film çekiyim demiyicem.