15 Ağustos 2012 Çarşamba

tatil öncesi falan filanlar

Ayyy bu hafta geçmek bilmedi resmen. Cuma tatile çıkıyorum. İş hayatına başladığım şu uzuuuuun (!?!)
3 yılda 2 hafta kesintisiz ilk tatilim olacak bu benim. 2 hafta işe gelmiyicem! Harika!
Ama işte nasıl motive olmuşsam tatile artık, şimdi günler geçmiyor.

Rota ve nereye kimlerle gideceğimiz belli artık, rahatım, biletler elimizde Manastır’ıma sevgili de geliyor, 
ben = musmutlu!:) 2 hafta birlikte tatil yani. Manastır’dan sonra ver elini Kaş. 9 gün Kaş! 9 gün!

Huzursuzum ya ben bu aralar çok fazla. Umarım tatilde beynim de dinlenir biraz. Boşu boşuna ne kendimi ne de kimseyi üzmem artık.

Cuma’yı bekliyorum kısaca. Haydi bakalım…
Yazamazsam şimdiden iyi bayramlar efenim.

Muguet.

Not: Sevgili annem ve babamla ilk kez bu kadar uzun vakit geçirecek bu arada. Hem stresliyim hem heyecanlıyım. Bir tarafım feci korkuyor, bir tarafım amaaaaan bi rakı masasına bakar yaa, nolucak diyor.

Görcez bakalım! Allah’ım nooolur, nolur nolur hre şey çok güzel olsun!

Yine Muguet.

8 Ağustos 2012 Çarşamba

08.08... sen ne güzel bir tarihsin!:)

Bugün benim doğumgünüm.
Hem sarhoşum hem yastayım… Şaka şaka.

Bugün benim günüm olsun madem.
Hayat, güzel sürprizlerini bekliyorum bugün emi.

Muguet.

7 Ağustos 2012 Salı

huysuz zamanlarım_vol2

Nasıl depresifim.

İçimde sıkıntılar. Ne yaptığımdan anlıyorum ne de sinirim yüzünden yapamadığımdan. Tek bir his kümesi var şu an; sinir/tahammülsüzlük ve onun getirdiği pişmanlık/mutsuzluk en çok da huzursuzluk.

Nedenini bulmaya çalışıyorum, bir türlü ulaşamıyorum ama derine. Bi yerde tıkanıyorum, kendimi haklı çıkarıcak mazeretler bulmaya çalışıyormuşum gibi geliyor. Duruyorum o zaman, kararlar alıyorum: Yapmıyıcam, önce sakinleşmeliyim, sonra tepki veririm.
Sonra bir anda, sanki kararlar alan ben değilmişim gibi, sinirden bağaran birine dönüşüyorum.
Uzaktan kendimi izleyebiliyormuşum gibi geliyor o anlarda, çünkü bir tarafta bağırırken, huysuzlanırken, diğer bir açıda irite olmuş bir şekilde bağıran kızı izleyen bir ben de var, böyle yapmasa keşke diyen…

Of… Çok uzun zamandır böyle.
Kime anlatmaya çalışsam, bir türlü anlatamıyorum gibi geliyor. Ya da daha çok, söyledikleri istediğim cevaplar değil gibi. O zaman da başa dönüyorum tekrar, aradığım, beklediğim bir cevap/yorum varsa kaynağı biliyorum demektir. Nedenini bulursam çözebilirim.
En kötüsü, nedenini bulamıyorum değil de, aslında bulmak istemiyorsam? O daha korkunç. Düşünüp düşünüp bunu keşfetmek istemiyorum.
Kendime bile dürüst olamıyorum bu aralar.

Muguet.

2 Ağustos 2012 Perşembe

planlar planlar, size ihtiyacım var

Off her şey birbirine girdi. Kim önce nereye gidecek, nereden Kaş’a geçecek? Peki hangi yolla geçecek?


Ani değişimlerde ve plansızlıklarda strese giren bünyem kırmızı alarm vermeye başladı bile!

Ne kadar erken planlanırsa o kadar rahat oluyorum ben. Kararsızlıklar, değişimler, yoksa böyle mi olsalar hiç bana göre değil. Sıkıcıyım biliyorum, ama 2 hafta tatil yapıcam diye 2 aylık strese girdim anacım ya.


Bende de problem var. Her şeyi aynı anda istiyorum. Hem mamiş’leri doya doya göriyim, hem arkadaşlarımı hem de O’nu.
Hepsi bir arada olsun diye uğraşırken de iyice uzaklaşıyor ihtimaller birbirinden


Bu haftasonunda hala bir şeyler kesinleşmemişse ben kesin deliricem sanırım.

Muguet.

1 Ağustos 2012 Çarşamba

hoş gel tatil

Önümde ikiiii haftalık kocaammmaann bir tatil.

Önce Manastır’ım, küçük evim.
Sonra Kaş.
Penceremin böyle açılacağı bir oda...


Geçsin hemen şu iki buçuk hafta, sonrası dinlenmeler, eğlenmeler, gezmeler.

Muguet.

20 Temmuz 2012 Cuma

karmaşık

Gece serin. Püfür püfür... Bütün gün güneş altındaydım, şimdi gözledim yanıyor, üşüyorum.
Kulağımda dalga sesleri, ağustos böcekleri... Huzurluyum.
O'nu çok özledim, huzursuzum...

Burda kalsam ya biraz daha, bütün yaz... Her sabah yeni bir huzura uyansam, geceleri dalga sesleriyle uyusam.
...
O'nsuz olmaz ama, O da burada olsa. Eksik kalmasam, tamamlansam.

Muguet.

çikolatalı krep ve demleme çay

Şurada bu kitabı görür görmez okumalıyım dedim.
Fransızları severim, fransızcayı da baştan çıkırıcı bulurum (ne şaşırtıcı değil mi:p), ismimin orjinalinin fransızca olduğunu öğrendiğimde içimde büyük bir zafer sevinci vardı, nedensiz. Muguet bu yüzden imzam gibidir.
Fransızlara karşı bu his ne zaman, neden, ne diye oluştu hiç bilmiyorum ama içimde ukte kalmıştır bir Fransız okulundan mezun olmamış olmak.
O yüzden de kitabın ana hikayesinin Fransız lisesinde geçtiğini bilmem bile yeterliydi okumam için.
Tam da güneşlenirken okunacak kitap ararken Simi'nin yazısını okudum.

Yolda kitabı yarılamıştım bile... Ne güzel döndüm bir anda lise günlerime... Öğretmenine aşık olmamış bir kız öğrenci var mıdır? Okul günlerini heyecanlandıran tek şeydi benim için "aşık" olduğum öğretmeninin dersini beklemek.
Ceylan benim için bir üst kademe tabi, hayal kurmakla kalmamış, olayları gerçeğe dönüştürmüş:)
Jennifer-Ceylan arasındaki geçişler, şu an ki benle lisedeki arasında kayıp gitti. Bir yandan Ceylan'ın aşkını, özlemini, içine kapanışını, çaresizliğini hissederken, bir yandan da Jennifer'ın, yaşadığı hayatı uzaktan görmeye başlamasını izleyip, düştüğü ikilemlden çıkarmak istedim.

Hikayenin kurgusunu, anlatımını, dilini, hikayeler arasındaki geçişleri çok sevdim.
Sadece kitap bittikten sonra Damla'nın bölümleri olmasaymış keşke dedim. O kısım hikayeye zorlama girmiş gibi geldi ama bu kadarı kadı kızında da olur diye durmadım üzerinde.

Kısaca ne okusam diye düşünüyorsanız bir göz gezdirin bence sayfalarına, aradan seçeceğiniz herhangi bir kaç cümle sizi hikayenin içine çekecektir.

İyi okumalar,

Muguet.

19 Temmuz 2012 Perşembe

bekle bekle bekle...

Heyecanlıyım... Yaklaşık 1 yıl sonra bugün gidiyorum. Ido bi yamuk yapıp seferi iptal etmezse... Rüzgar çıktı çünkü. Yazın rüzgar demek ido seferleri iptal demek... Bekliyorum, 6 buçukta hala buradaysam...
Mutsuzluk!

Evet yola çıkıyorum, yine orada olacağım bu gece; Manastır'ımda. Geç bile kaldım aslında, 3 yıl önceki halimi düşünüyorum da... Temmuzun ortası olmuş, ben daha adaya ayak basmamışım. Mutsuzluğun daniskası!

Şimdi yine özlüyorum, hala çok özlüyorum ama engel çok.
O var en önemlisi. Zaten doğru düzgün hafta sonları görüşebiliyorken, kalkıp gitmek çok iyi hissettiremeyebiliyor.
İş hayatı engeli var. Hafta içi öyle kayıp gidiyor ki insanın ellerinden, arkadaşları göriyim, e biraz sosyallik vs. derken kaç haftasonu geçip gidiyor farketmiyor insan.
Bir de IDO engeli var! Bu kısım çok sinirlendiriyor beni. Ayrı bir postu hak ediyor da, anlatırım sonra. Ama insaf gerek biraz yani. Rekabetsizliğin boku çıkarılmamalı dimi!?! Kısaca sık sık gidersem oraya, sanırım ay sonunu da biraz getiririm. :)

Böyle yani. Sonuç olarak ben bugün Manastır'ıma kavuşuyorum.


Not: Korktuğum olmadı, sefer iptal edilmedi. Sadece salladı biraz.
IDO'nun tertemiz pencereleri ardından deniz bu halde görünüyordu, çok da fena sayılmaz dimi...

Muguet                                

26 Haziran 2012 Salı

yaz gelmiş hoş gelmiş

Yaz geldi ya ne güzel... İçim kıpır kıpır. Bahar aylarındaki huzursuz halim kalmadı. Çıktım bahar depresyonundan.
Ama içimin kıpır kıpır olması bir işe yaramıyor. Sönüp gidicem diye korkuyorum ey dostlar!

Ben yazın çalışmayı sevmiyorum. Yazın çalışmak istemiyorum. Muhtemelen de ilk ve tek değilimdir. Yine de dile getirme hakkım var değil mi?
Çalışmıyım. Arkadaşlarım çalışmasın, sevgilim çalışmasın. Ya daha doğrusu tam çalışmamak değil bu. Mesela sabah 9.30 akşam 16:30 yapabiliriz çalışma saatlerini. Bir de fazla mesai yok ama. Kesinlikle yok. Havanın kararmasına çoook varken çıkabilelim işten. 5 çayını deniz kenarında içelim. Heryer, herkes cıvıl cıvıl, pozitif, içimizi dinlendirelim. 1-2 saatliğine güneşlenebilelim. Hatta denize de girebilsek keşke. İstanbul temiz olsa. Yüzmeyi en sevdiğim zamanlardır akşam üstleri. İnsanlar işten çıkıp sahillere koşsalar. Avusturalya'ya mı gitsem n'apsam?
Böyle bir hayat istiyorum işte.

Yoksa yaz geçip gidiyor, sadece haftasonlarından ibaret oluyor. Hafta bitsin haftasonu gelsin diye beklerken hiçççç anlamadan bir bakmışız eylül. Sonra "yaaa ne çabuk geçti yaz!"... Geçer tabi, haftasonlarını saya saya koca haziranı bitirdim. Ne kaldı ki geriye. 
En uzun günü geride bıraktık diye içim kan ağlıyor resmen.

Bu kadar mutsuz olmamın bir nedeni de şehir dışında oturuyor olmam tabi. Yaz gelince insan ister istemez aktifleşiyor. Sonra yoruluyorum ben. Yaz bittiğinde hep çok yorgun oluyorum. Çünkü muhtemelen bir şeylere yetişemiyor oluyorum ama herşeye de yetişmek istiyorum.

Dırı dırı dımmmm.... Alakasız bir şarkıyla bitirmek isterim efenim: Yazzz bitmeden gel, yapraklarım solmadan, narlar olmadan gellll


Not: Şu fotoğraftaki de hayalimdeki ev bu arada. Manzara bu işte yaaaa, arkası da orman mesela bunun. Ön pencere göle, arkadaki ormana bakıyor. Ama komşular da olsun. Komşusuz olmaz. Harika değil mi!:)

Muguet

21 Nisan 2012 Cumartesi

hayattan rengi alın geri neyi kalır ki...

İzlediniz mi bu reklamı?
Bir kaç ünlü melodiyi söylemeye çalışıyor, Fahir Atakoğlu piyano ile yönlendriyor onları falan.

Ben çok sevdim, reklam bana çok samimi, çok içten geliyor. Melodiye bayıldım.

Tabi ki her şeyi seven sevmeyen olabilir. Sevmemiş olabilirsin, zevk meselesi hiç bir şey diyemem.
Ama bazı yorumlar var ki, sinir oluyorum;

- Hayat renklerden ibaret midir, o zaman körler ne yapsın? Kör insanları inanılnaz mutsuz edebilecek bir reklam buuu!!!!! 
İşte bu en en en ifrit olduğum yorum. Ben bunu söyleyenlerin çok büyük bir kısmını samimiyetsiz buluyorum. Bu bir reklam, aaa evet hem de boya reklamı. İşi boya, renkler falan, tamamm? Sen söylediğin samimiyetsiz cümlelerle, gözleri görmeyen bir insanı reklamdan çok daha fazla yaralıyorsun bence. Bırak o hayatın renginin ne olduğunu düşünüyorsa öyle dinlesin o melodiyi. Sen böyle dediğinde bir ilerleme kaydetmiyoruz hiçbirimiz.

- Çıkmışlar oraya, 5 kez detone olmuşlar, notayı kaçırmışlar, bilmem ne olmuş. Sonra bir anda hepsi bülbül gibi oluyor. Evet yedik biz de. Hele o Tülin Şahin!
Bak bebeğim, canım, tekrar söylüyorum: reklam bu. Bu - bir - rek-lam. Hani var ya mesela şehrin yaramaz çocuğu. Arabacık ordan oraya atlıyor, dağları tepeleri zorluyor falan. O reklamı gıkın çıkmadan izliyorsun ya hani, aynı şey, daha bile mümkün. Sus yani, biraz zevk almaya bak.

- Anlatım bozukluğu var burda, hayattan rengi alın, geriye hayatın neyi kalır ki, olmalı cümle.
Bravo. Yıllarca aldığın Türkçe dersleri boşa gitmemiş. Facebook da falan yazarken seni chok sewiyom yazabilirsin, cevap olarak gelen benDE seni bebeğimm cümlesindeki "de"nin ayrı yazılmamış olması seni zerre rahatsız etmez hatta dikkatini bile çekmez ama reklama bok atıcaksın ya, ne var ne var ne var hah buldum anlatım bozukluğu var lan bunda!!! diye mutlu olursun.
Elimden geldiği kadar dil bilgisi kurallarına uymaya çalışırım. Mükemmel değilim ama özen gösteririrm. Ama reklamların biraz özgür olması gerektiğini savunuyorum.
Ye Mc Yemek mi ne vardı, bu reklam değil ama özgür olmaktan kastım. Ama şu reklama anlatım bozukluğu var diye carlanması üzüyor beni.

Böyle yani a dostlar. 
Eleştiri kötü değildir, geliştirir. Ama sırf eleştiri yapmış olmak için yapılmış eleştirilerden nefret ediyorum.
Biraz olumlu ve yapıcı olalım yaa. Zor değil. Hem bak dene bir kaç kez, nasıl mutlu oluyorsun. En büyük fayda kendine yani. İç huzuru, denge falan... Bunlar güzel şeyler.

Öpüyorum.
İyi seyirler...

Muguet.

19 Nisan 2012 Perşembe

manastır'daki küçük ev

Havalar ısınıyor. Isındıkça benim bütün kış burnumda tüten ama yaza doğru iyice artan Manastır özlemim su yüzüne çıkmaya başlıyor.

Daha önce bahsetmiştim;
ve minik minik diğer yazılarda da...

Orası çok özel benim için, küçük hanfendinin küçük evi orası. Minicik. Ama gerçekten minicik.50 metrekare. Gerçi evin içinde geçirilen vakit o kadar az ki, fazla bile geliyor. Veranda varken, kıyıdaki banklar varken, islele varken insanın canı eve girmek mi ister.

Nasıl huzurlu bir yer. Ayak bastığım an ruh halim değişiyor. Stres küpü olan beni bile bir anda sakinleştiriyor. Orda herşeyin çözümü var. Bıkmadan yaşarım orda, yeterki sevdiklerim orda, yanımda olsun.
O, yanımda olsun.

Sakinliği ayrı güzel, fırtınası ayrı. Fırtınadaki kokusu apayrı. Saatlerce oturup şu görüntüyü izleyebilirim, dalgaların hışırtısını dinleyebilirim


Bir kaç hafta da geçse hıphızlı da, haftasonu seferleri başlasa. Geçen yıl çok az gittim diye bütün bir kış hayıflandım durdum. Bu sefer daha sık gitmeliyim.

Kokusu burnumda tütüyor.

Muguet.

18 Nisan 2012 Çarşamba

hikayemin kahramanı... iyi ki varsın!

Ben 5 yıl önce aşık oldum!

Öncesi yok. Öyle bir duygu yok. Her şey var, ama ona aşk diyeceksem öncesinde aşk yok. O zamana kadar hayatıma kimseyi sokmamışken bir anda aşk neyle tarif edildiyse hepsini yaşadım. Dünyanın durması, nefessiz kalmak, mutluluktan ağlamak, bir anda mutsuz olup yine ağlamak. Salaklaşmak, durup dururken heyecanlanmak, onun fotoğrafıyla yaşamak, plan yapmak...
Ben çünkü bundan 5 yıl önce aşık ilk kez aşık oldum.

Vakti gelmemişti ki, bir ilişkiye dönmedi. Sonraki 2 yıl, her hoşlandığım kişi için hayali bir kritere dönüştü. Kimseye de izin vermedi :)

--

Ben hep 'O'nu beklemiştim o zamana kadar. O kadar biliyordum ki geliceğini, karşılaştığımda anlayacaktım nasılsa. 'O' gelene kadar beklerdim, nolucak ki. Hayatıma biri girecekse sadece 'O' olsundu. E tamam, işte şimdi karşımdaydı, emindim de aslında, ama ben bundan 5 yıl önce cesaretsizdim.

--

Cesaretsizdim.
Ve insan 3 kez gördüğü, tanımadığı birine nasıl aşık olur! dedim. Kendimi mi kandırdım? Sanmışım. Ben geri kalan 2 yıl, onu sildim sanmışım aklımdan.
 
Bir anda bütün hücrelerimden fırlayana dek...
Vaktin geldiği güne dek...
Hayatımda biri olacaksa Merih olacak dediğim güne dek...

--

Hayatında aldığın en doğru karar ne diye sorsalar ya da hayatının dönüm noktası, en kritik gün... Hepsine, hiç düşünmeden o günü söylerim. Vaktin geldiğini her hücremde hissettiğim günü.

Ama en önemlisi beni yanıltmadığı için O'na teşekkür ederim. Yıllarca beklediğim kişi olduğu için, beni bu kadar sevdiği için, böylesine sevebildiğimi gösterdiği için, hayallerimdekinden daha fazlası ve benim hikayemdeki Mr. Darcy olduğu için...
...

3 yıldır her şeyimdin sevgilim, geri kalan her anımızda da birlikte olmak dileğiyle...

Muguet.

17 Nisan 2012 Salı

kurumlar vergisi ertelenmeli !!!

Ön Not : Bu yazının yazılış amacı kişisel sebeplere dayanmaktadır. Fotoğraftan belli zaten. Konunun vergiyle, kurumla ilgisi yoktur:p

Bak ben teee zamanında buraya yazmışım çocuğumun 23 Nisan müsamerelerini göremiyicek sevgilim diye. Tabi o vakitler hala 'kocacım' mertebesine yükselmemişse görmesin zaten! Göstermem.

1 yılda hiçbir şeydeğişmez mi? Değişmeyebilirmiş. Araya askerliği soktuk, döndük dolandık, yine bir 23 Nisan. 3 günlük koskoca tatil. Ama sen bir gün bile göreme sevdiceğinin yüzünü. Neden? Çünkü kurumlar vergisi dönemi: denetimler bitmeli.
Talep giricem, yok mu bunun bir sistemi? İleri bir tarihe alınsın, mümkünse de 19 Mayıs'a dokunmasın.

Neyse. Bu kadar dır dır yapmamın bir nedeni de, yarın bizim 3. yılımız. Öyle kutlamalar, özel günler vs'ler çok önemli değil benim için, bir tek doğumgünlerine önem veririrm, o da doğmuşuz yani, ondan, ama oldu ki bir şey yapmak istedik, ki oldu bu yıl. Yemek yiyelim dedik güzel güzel; ne mükemmellllll bir 3 yıldı, dimi sevgilimm, diye.
Ama her gece 12'den önce çıkmayan bir insana, hadi boşver madem, bugün erken çık yarın gece 3'te çıkarsın denilmez ki...

Ya aslında var ya, hepsi boş. Valla çok özledim, ondan koydu bu kadar.

Sistemi buluyım talebimi giricem ama orası ayrı...

Haydi öptüm, kib, byes, mucks!

Muguet.

15 Nisan 2012 Pazar

bir hinlik daha!

Bu da facebook'tan.

Zaman tüneli şeysi var ya, hiç sevmedim, henüz ben sevdim diyen de görmedim. Peki acaba neden bir sürü insan zaman tüneline geçiyor diyordum ben de.

Facebook cebren ve hile ile geçiriyormuş meğer. Bugün bir video isleyecektim. Eskiden play'a basıp izlemiyor muyduk? Şimdi onu takip et ya da buraya tıkla sonra izle tarzında bir şey çıkıyor. İyi yaa basıyım madem dedim, demez olaydım, sağdaki yazıyı gördüm son anda: Canım ona basarsan zaman tüneline geçiş yapıyorsun, heyoo sen de son anda gördün dimiiii!! hehe hee!
Escape dedim, iptal iptal iptal dedim. Durdurabilecek her tuşa bastım. Evet, o takip edilecek video programını iptal etmiş oldum.
Ama profilim zaman tüneline döndü bile blog, kendimi kandırılmış hissediyorum.

Bir de bana süre verdi, ister hemen geç, ister 22'sinde. Kendini yırtsan 22'sinde profilini herkes öyle görcek bebişim, hayırlı olsun dedi resmen.

Sinir oldum.

Madem çarem yok, alışıyım bari dedim. Kapak resmi falan yaptım kendime, napiyim...

spor salonları hinliği

Salaklığıma yanayım.

Taa eylülde üye olmuştum ben spor salonuna ama abuk sabuk bi sürü şey yüzünden bir türlü başlayamadım. İki arkadaş birlikte üye olduk. Pazarlık yapıyoruz tabi ki, şöyle indirin, böyle taksit olsun diye. Neyse sonunda bizi bir grupla birlikte üye yaparak indirim sağlayacağına karar verdi sevgili danışmanımız. (İlk ve son görüşümdü zaten kendisini)

Özellikle de sorduk. Ne zaman aktif olacak üyeliğimiz diye, ısrarla aynı cevabı aldık, "siz ne zaman gelip başlarsanız."

Kasım ayında arkadaşım başladı spora, ben daha başlayamıyorum. Ama zaten ne zaman başlarsam başlarım yani dimi, rahatım, takılıyorum. İçimize de sinmedi bişiler demek ki, sordu sonra arkadaşım, ben başladım falan ama bir tek benim için geçerli değil mi diye.

Dırı dı dımmm, pek sevgili danışman, grup iptal olduğu için bizi aile üyesi yapmış ama bize haber vermeyi galiba atlamış. Bu nedenle de arkadaşım başlayınca ben de başlamış sayılmışım!!!
Bir de bize "hiç sorun değil, başlayacağınız zaman gelin, ben hallederim, o kadar ayı ekleriz üyeliğinize" dedi. E iyi madem dedik.

Bir dırı dı dımm daha sevgili okur! Bu konuşmadan 1 ay sonra da adamın spor salonundan ayrıldığını öğrenmeyelim mi. Yine eteklerim tutuştu benim ama bu sefer harbi tutuştu. 4 aydan bahsediyoruz.

Bu arada spora başlamaya da karar verdim. Gittim yeni danışmanıma anlattım durumu. Ben bekliyorum ki, aa tabi, bizi temsil eden bir danışmanın verdiği söz bizim sözümüzdür falan desin. Yok annem, nerde.

1 ayı geçti, o ona sorucak, o müdür yardımcısına, o koordinatörüne. Sen bir dilekçe yaz. Aa şimdi bir de mail at. Hayır dediler, bir de sen görüş. Ondan haber bekliyoruz. Bu sefer bi üstten haber bekliyoruz. Bi saniye şimdi en üstten haber bekliyoruz diye diye 1 ay geçti. Hala durum belli olmadı.

Ben hala şu zarif çizgimi bozmadım tabi, son derece naif derdimi anlatmaya çalışıyorum. Ki bence tam da bu sebepten hiç bi ilerleme kaydedemiyoruz. Biraz çirkefçe olay çıkaraydım, hafiften tehdit edeydim belki daha hızlı dönüş alırdım.

Bakalım bu hafta bir dönüş olacak mı.

Bu güzide, şehrin merkezinde, bulunduğu konum nedeniyle iş dünyasında gayet popüler spor salonumuzun adı ile ilgili bir şey söylemiyorum henüz.
Ama sabrım taşıyor gerçekten.

Bu kadar kurallarına bağlı bir salonsan, müşterini direkt etkileyecek bir değişikliği, kendisine haber vermeden de yapamazsın.
Bu ayıp.

21 Mart 2012 Çarşamba

her şeyin başı sağlık

Sonunda spora başladım.

Başlama tarihimi uzattım uzattım uzattım ama kaçamadım. Her şeyin başı sağlık cicim, fazla oturmaktan kuyruk sokumumda ödem oluşunca, kaçamadım artık, dedim haydi bismillah.

- Hayatında ilk kez spor salonuna gitmiş biri olarak sudan çıkmış balık gibiydim. Her yerimden acemilik akıyordu yani, 2 saat boyunca herkes bana bakıyormuş gibi geldi: eyvah ilk günüm olduğunu anladılar!!! Be salak, herkes spor salonunda doğdu sanki, ilk gün olmasının nesi garip? Ayrıca 2 saatin sonunda anladım ki, insanlar zaten mütemadiyen etrafı kesiyorlar... Neyse burası başka bir konu, bir kaç hafta sonra engin deneyimlerimi biriktirdikten sonra bahsederim:p

- Zayıf bir insan olduğum için "sende yağ yoktur ki!" diye beni garipseyen insanlar size diyorum, vücudumdaki yağ oranı %14! Olması gereken %12'ymiş. Tamam tamam fena değilim ama yağsız da değilim yani. Eritmem gereken şeyler var dediğimde beni yadırgamayın rica ederim.

-Sporun ilk gününde pilates yapmaya kalkmamalıydım. Hiç esnek olmadığımı şaşkınlıkla fark etmeme mi yanayım, topun üstünde dengede duramayışıma mı, ham vücuduma ilk günden bu eziyeti yaşattığıma mı bilemedim.
"Ağırlığı belinize değil karın kaslarınıza verin" diye bağırıp duran hoca! İlk günüm ve ben karın kaslarıma mı belime mi yüklendiğimi anlayamıyorum gerçekten! Tam karnımı sıkıp, işte oldu derken, bir hareket yaptırıyor ve hop belimde bir ağrı. Meğer zamanla karın kaslarım gelişecekmiş, ondan sonra olcakmış bu işler. O değil de, bazen kaslıya yakın bir görüntü sergiliyordu bence benim göbeğim, yalan mıymış? Üzüldüm.

-Spor danışmanım olarak spor salonunun en tıfıl ve dombiliye yakın spor hocasını gönderdiler yanıma, ok mutsuzum. Fiziksel görüntüsüne laf etmezdim ama bir spor danışmanına "Kaç kg ile başlamam gerek bunu yaparken" diye sorduğumda "Kaldırabildiğin ağırlıkla" cevabını almak komik geldi. 5 kg de 10 kg de, bir şey söyle be adam kaldırabildiğinle ne demek.

Böyle yani. Neyse yarın ikinci günüm olacak bakalım ne kadar sürede sımsıkı sıkı sıkı bir insan olucam.


15 Mart 2012 Perşembe

kişisel izlenimler

Ben aslında neşeli bir insanım. Valla. Çok gülerim, eğlenirim, insanlar da sıkılmaz yanımda, eğlenceli bi insan olarak bilinirim hatta.
"Ne kadar güler yüzlüsün!" çok sık duyduğum bir cümledir mesela.
Yapmacık da değil. Ben gülmeyi severim, eğlenmeyi severim. İnsanları eğlendirmeyi severim.

Ah ama kendi içime dönünce depresif kısım görünmeye başlar. Olaylar üzerinde çok düşünüyorum çünkü, incecik kısımlara takılıp kalıyorum.

Yıllarca günlük yazdım durdum. Günlük dediysem, hergün değil de, işte kendimce önemli olaylar olduğunda.

Sonra bir baktım. Ne zaman üzgünsem, mutsuzsam sayfalar dolusu yazmışım. Mutluluklarımı küçük paragraflarda sınırlamışım.
İçimi dökmem gerekiyorsa yazmak çok iyi geliyor bana. Hiç bir şey yapamazsam sahipsiz mektuplar yazarım. Yazdıkça akıp gidiyor çünkü.
Mutluyken tam tersi. Üzülüyorum. Çünkü zaman geçtiğinde yazdıklarım hep depresif şeyler oluyor. Oysa ben okudukça tekrar gülümsediğim yazılarım da olsun istiyorum.


Ne yazmak için başladım, nereye geldim yine yaa.. Bu blogda da öyle oldu. Genellikle şikayet ediyorum, dert yanıyorum bir şeylerden. Çoğunlukla öyle durumlarda yazıyorum.
Bir önceki postu yazdım yazdım, sonra da pişman oldum.

Halbuki yazacak ne güzel şeylerim var. Var ama ben ufacık bir yorgunluk ve bezginlik anında her şeyi unutup şanssızlığıma inanıp, küsüyorum.

İşte yani, bu post bunun içindi, özet olarak, ben aslında o kadar da mutsuz değilim blog.


Mutlu ve güzel günlere...

kimseye etmem şikayet

Çok severim... Söylemeyi de, içten söyleyenden dinlemeyi de. İçten söylemek başka bir şey. Sesin güzel olmasa da güzel gelir kulağa.

Neyse.. Ben ediyorum valla şikayet. Ondan, bundan, şundan...

Ama off sıkıldım..
Yollardan bıktım. Sürekli oturmaktan, çalışırken ve yollarda hareketsizlikten bıktım. Sırt ağrısından bel ağrısından bıktım. "Lan bu yaşımda çürüdüm mü ben?" diye düşünmekten bıktım. Hafif hafif hissettiğim yaşlanma korkusundan bıktım.

26 yaşında bile değilim henüz ve evet ben yaşlanma korkusu yaşıyorum:S
Geçen gün aynada gözlerimin etrafını incelerken buldum, kırışıklık var mı diye. Ama hayır, asıl problem kırışıklıklar değil. Problem zamanın inanılmaz hızlı geçmesi ve benim bir türlü hiç bir şeye yetişemiyor olmam.

Ben erteliyorum. Sürekli bir şeyleri erteliyorum. Bu kadar uzaktayken olmuyor, taşınınca yaparım. Şimdi sıkışmayayım, param olunca yaparım. Vaktim olduğunda yaparım. Bunu bitirince yaparım...

Ve ben yapamıyorum, ama zaman geçiyor.

Korkuyorum. Dönüp bakınca onca zaman geçmiş, onca yılın ertelemeleri ise hala duruyor.
Çok korkuyorum.

Ben yollarda daha da karamsar oluyorum. Sürekli kuruyurum. Hayali kaybedişler yaşıyorum. Hayali keşkeler yaşıyorum. Olmamış mutsuzluklara ağlıyorum. Depresifleşiyorum.

Sonra da her şeye, herkese yansıtıyorum...

Şikayet ediyorum yani, ben sürekli şikayet ediyorum.