26 Eylül 2010 Pazar

Walk The Line

Çocukken ne yaşamışsan oymuş hayatın...

Öyle devam ediyor, “geldiği gibi gider”, öyle gidiyor.

Huzurluysan çocukken mutlu devam ediyorsun yola bir şekilde.
Güçlü olmayı öğrenmek zorundaysan, ömrünce yıkılmamaya çalışarak yaşıyorsun.
Ağır travmalar varsa “uslanmaz” oluyorsun hayatın bir yerinde.
Herkesinki farklı.
Bir şekilde etkiliyor işte...

Küçükken örmeye çalıştığım örgülere benziyor hayat. Öğrenmeye çalışırken ilmekler gevşek ve düzensiz... Sonra ne yaparsan yap, ne kadar düzgün örersen ör, o motife
uzaktan bakınca o ilk boşlukları, bozuk ilmekleri daima görüyorsun. Düzeltmenin imkanı yok.

Çocukluğu değiştirmenin de imkanı yok...
Her şey ne kadar yolunda gitse de baktığında gözüne ilk çarpanlar o boşluklar.

Walk the line da bu tarz bir film. Hayat insanı ne kadar kolay mahvediyor aslında. Boş bir ilmek bulmaya görsün.

Johnny Cash’in hayatı hüzünlü olmasına hüzünlü ama filmde sık sık yer verilmiş döneme ait klasikleriyle yine de içinizde huzur kıvılcımları yakalıyor.

Filme ismini veren şarkıyı mutlaka dinleyin;

because you're mine
i walk the line..

Söylemek istediğiniz biri eminim ki vardır...

24 Eylül 2010 Cuma

ergenlik duaları

Küçükken büyümeye çok meraklıydım.

Burda da bahsetmiştim daha önce. Hergün dua ederdim “Allah’ım noolur regl olıyım, nolur memişlerim kocaman olsun lütfen, lütfen lütfennn!!!” diye. Büyüyünce ne güzel bir kız olucaktım kim bilir. Gözümü kapatır hayaller kurardım, sarı-kumral saçlarım dalga dalga omuzlarıma dökülmüş, nasıl gür nasıl gür. İşte boyum upuzun (bi tek bu kısmı gerçekleşti sanırım:p), böyle alımlı falanım, açık kahve gözlerim pasparlak, süper vücut ama en önemlisi, her şeyden çok dikkat çekeni süper göğüsler.

O ilk büyümeye başladığı zaman asla mızmızlanmadım ben. Acısın, acıması büyümesi demektir mantığı hakimdi bende.

Sonra bir gün kızlarla konuşuyorduk. En geç kalmış olan benim ama bu konuda, gerçi her zaman en bilmiş de ben olurdum ama nasılsa bir şeyi atlamışım. İlk kez duyuyorum; tas kapama. Onların anneleri yapmış ya da ananeleri… Ya da teyze, nine vs’leri… Benim annem hiç ilgilenmezdi böyle şeylerle, inanmazdı ama inanan kızı için aklında da tutmazdı.

O gün eve gidince hemen oturup düşündüm ve kendimce bu olayın mantıklı olduğuna karar verdim. Annem de evde yoktu ama zaman kaybedemezdim sonuçta, beklemiyip kendim yapabilirdim, aa kocaman kızdım yani. Gittim mutfağa, aklımda bi ayrıntı kalmış “düzgün bir şekil seçmek lazım” diye.
En düzgünü, kahve fincanı göründü gözüme. Kahve fincanı yaaa, minicik hanii.. Ay ne salak kızmışım. Evet, kapadım onu bicik memişin üstüne. Gittim gönül rahatlığıyla oturdum bi de içerde.

Derken dank etti.

Evet “kahve fincanı”. Bir panikle koştum tekrar mutfağa elime geçen en büyük çorba kasesini aldım, hani dengeler fincanı da kıvamını bulur diye.

Meğer ilk seçtiğin geçerliymiş. Kahve fincanı gibi kaldı benimkiler.

Ondan sonra günlerimi, gördüğüm güzel göğüslü kadınların ne tarz bir mutfak aparatı kullandığını düşünerek geçirdim.

23 Eylül 2010 Perşembe

tahammül sınırlarına takıldım

Tahammül kalmamış kimsede. Hep böyle miydi bilmiyorum ama bana son zamanlarda daha da bir artmış gibi geliyor.

Cumartesi gecesi bugüne kadar yüzlerce kez kullandığım çift katlı otobüsümde tartışmayla başlayan olay tekme tokat kavgaya dönüştü, adamı durağın birinde dışarı atmayla son buldu.

Üst kattaydım, olayın özünü bilmiyorum. Tek bildiğim bir anda alt kattaki kadının tartışmanın sonunda çığlık çığlığa bağırmasıydı ve bir adamın ona söz dışında fiziksel bir şekilde karşılık vermesi.

Üzerine yürümüş dediler, vurdu dediler bilmiyorum. Ama bir anda üst kattaki iki farklı grubun oluşturduğu gençler alt kata inip adama saldırdı. Alt kat nasıldı artık fikrim yok ama üst kat karıştı. Ben kendi adama birinin “Polis var burda, çıkar silahını” demesiyle korktuğumu anladım. Çünkü yukarıda kaçacak hiçbir yer yok. Bir iki kişi ağlamaya başladı. Çok gerildim, aşağıdaki insanları düşünmek istemiyorum bile, sürekli bir darbe sesi, bağıran insanlar, tahminimce aralarda sıkışanlar falan. Attılar sonra durakta adamı dışarı, yola devam ettik. Adamın suçu neydi, suçlu muydu, ne olmuştu benim için muamma…
---
Geçen haftalarda tem yolunun bir köşesinde iri yarı 3 kişinin yerde yatan bir kişiyi tekme tokat dövüşünü görmüştüm. Adamın ayakkabısının teki fırlamıştı ayağından, yüzü kafası kan içindeydi. Ama en çok kenarda kalan o ayakkabı teki sarsmıştı beni…
---
Bu sabah yine temde, servis sola yanaştı, yine kavga vardı… Bizim şirketin servislerinden biriymiş. Bir de özel bir araç. Servis şoförü yaşlı bir amca ama nasıl hırsla saldırıyor, diğerleri iki kişi, birinin kafası yarılmış kanlar akıyor. Bir de kadın var yanlarında, kafası kanayan adamı çekmeye çalışıyor. Şoför servise geri döndüğünde bu sefer de onlar hırslanıyor, biri camdan biri kapıdan servis şoförüne saldırıyor.

Ayırdılar sonra, herkes kendi aracına bindi, yola devam edildi.
Bizim şoför özel araç servisi sıkıştırmış dedi. Ne ara gördü, nasıl anladı meçhul. Ama elimizdeki tek bilgi bu. Çok da önemli değil kim haklı kim haksız.
Sorun insanların tahammülsüzlüğü. Kimsenin kimseye saygısı kalmamış derler ya hani büyükler, kalmamış gerçekten.

Kendilerine verdikleri zararı geçtim, güçlü, kalabalık vs. olup karşılarında kalanın zayıf olduğunu umursamamayı da geçtim (bu durum bir tek benim içimi acıtıyor da olabilir.), etraflarındaki insanlara verdikleri gerginlik, korku, tedirginliğe takıldım. Olayın varlığından bile habersiz, işlerine yetişmek isteyen insanların sebebini bilmedikleri trafik yüzünden araçlarda yaşadıkları sıkıntıya takıldım.

İnsanların bir kısmının tahammülsüzlüğünün diğer insanları aslında ne çok etkilediğine takıldım…

Takıldım ama biliyorum, ne ilk ne de son. Kuvvetin bir yaptırım olduğuna inandıkça bu insanlar, sen ben gibi “sıradan”lar tahammül sınırlarında takılı kalacağız, ne acı ama bu sabah bunu anladım…

21 Eylül 2010 Salı

mars'a aşık venüs

Hiçbir şeye tutkun yok demişti bana ya da benzer bir şey.

Oysa yaptığım her şey tutkuluydu benim.

İzlediğim dizi, dinlediğim şarkı, okuduğum kitap, gittiğim yer, gördüğüm şey... Sevdiğim her şey ayrı bir gerçeklikti benim için ve ben de o gerçekliğin bir parçası... Hiç vakit kaybetmeden o gerçekliğin bir parçası olurdum.
Sürekli kullandığım şalım, parmağımdan çıkarmadığım yüzüğüm, yaptığım, kullandığım her neyse işte, bana ait olan herhangi bir şey bana bir şekilde tutku yolunu açardı.

Ama O “tutkun yok” demişti.

Haklıymış… Çünkü meğer bende var olan bütün tutkular ona akmış. Hepsinden kısılmış biraz. Hayatımın tutku öznesi O olmuş benim. Meğer artık O’ndan bir şey bulabiliyorsam zevk alıyormuşum ne yapıyorsam.

Hayatımın tutku öznesi…

Meğer Mars’a aşık Venüs olmuşum ben hiç fark etmeden.

mutlu olmak varken bu dünyada

Hayat ne kadar garip.

Aslında garip değil yaa, insan kendini motive etmeyi bilsin sadece. Bir de biraz, soruna ya da sorunlardan en azından birine yönelip çözüm bulmaya çalışsın.
Daha sonrasında serviste eve giderken kurulan birkaç küçük hayalle mutluluktan ağlama raddesine gelmiş olduğuna şaşıyorsun. Ya da Allah’a şükrederken buluyorsun kendini ve yalvarırken “Lütfen korumama yardım et elimdeki güzellikleri” diye.

Veya şaşırtıcı bir şekilde az olan trafikte eve 15 dakika erken gitmek kocaman bir gülümseme yaratıyor yüzünde. Hergün 1 buçuk saat süren yol o gün 1 saat 15 dakika sürmüşse akşamın en az 1 saat uzamış gibi geliyor çünkü sana.

Sonra bir bakmışsın gece huzurla uyumaya başlıyorsun. Hani nerde sabahki sıkıntı? Uçmuş, ne güzel.
Yeterki sıkıntının uçmasını iste, o bir şekilde gidiyor.

Kendini motive edebilen bir insan değilim, hiç değilim hem de. Karamsarım, bardağın boş kısmını görmekte, kuşkularla kendini yemede üzerime yok.

Ama bazen, saçmasapan bir olay ya da sadece O’nu çok sevdiğimi bir kez daha hissetmek bile motive ediyor beni. O zaman kendimden umutlanıyorum.

İçim yeşeriyor…

Çünkü kendine iyimser bir gözle bakmaktan daha kolay bir mutluluk yolu yok dünyada.

20 Eylül 2010 Pazartesi

ruhumun harfleri

Bugün saat hemen geçsin istiyorum. Gün hemen bitsin.
Eve gidiyim…
İçimde dünden kalma bir sıkıntı, yeni günün geçiremediği, saat geçtikçe artan bir iç bıkkınlığı.
---
Yazmayı seviyorum.
Yazımı seviyorum, kalemleri de…Ucu ince, kalın, renkli olan kalemleri, kağıttaki yansımalarını.

Parmaklarımın klavyede gezmesini de seviyorum. Tuşlara bastığımda çıkan sesleri de. Ben yazarken ekranda git gide artan harf - kelime birikimini de.

Yazmak, kalemle ya da tuşlarla, huzur veriyor bana. Mantıklı ya da mantıksız olması önemli değil. Bazen bir kağıda karaladığım cümlelerim öyle anlamsız ki… Ama bir kelime oluyor içlerinde, o beni rahatlatan kelime oluyor, beni, o anımı anlatan. Ve ben sanki onu cümle içinde kullanmışım sadece…

Bazen sadece harflerim bana huzur veriyor. Kuyruğunun ucu tepesinden başlayan bir “s” harfi ya da gövdesinden büyük bir uzantıya sahip “y” veya o güzelim “v”… Onları oluşturmayı seviyorum. B’lerim, s’lerim, u’larım k’larım bana huzur veriyor. Bana, el yazıma ait motifler onlar, ruh halimden ve hevesimden etkileniyorlar. Dikler bazen, bazen eğik, kıvrakar bazen de. Ben neysem onlar da o oluyorlar.
---
Bugün saat hemen geçsin istiyorum. Gün hemen bitsin.
Eve gidiyim…
İçimde dünden kalma bir sıkıntı…

17 Eylül 2010 Cuma

tanrım beni baştan yarat!!!

Üşengeç miyim yoksa gerçekten geçerli sebeplere mi sahibim bir türlü ayırt edemiyorum.

Böyle düşünüyorum bazen, diyorum ki neden bulamıyım, kendi tarzım için güzel kıyafetler bulabilirim ve hatta alabilirim. Ve hatta şirkete gelirken bile kendi tarzıma ilişkin daha şık, daha ciddi ama diyorum ya bana ait bir şeylerim olabilir.

Ama hep dilimde kalıyor. Bu ay sıkışığım kalsın diyip bırakıyorum, sonra kalıyo ya da güzel bir şey bulamıyorum. Ya da bu parayı buna mı vericem şimdi diyorum.

Hepsini geçtim, çünkü asıl neden ben alışveriş yapamıyorum! Çok zengin olmalıyım ve stil danışmanım olmalı bence… Mesela bizim kızlarla alışverişe gidiyorduk okuldayken, onlar bakarken ben bir şeyler bulup alabilyodum. Ellerinde gördüklerimden ya da geçip gittikleri yerlerden ya da onların “Küçük Hanfendi bak tam senin tarzın” dediklerinden…

Şimdi bir de son zamanlarda aldıklarıma bakıyorum, neredeyse hepsi “Alıyım yaa hiç bişeyim yok zaten” diyerek alıp kenara koyduklarımdan oluşuyo sadece.
İşe giydiklerim zaten hepten beter. Paspalım bildğin. Bi gün beni kenara çekip “Yavrucum kurumsal bir şirketiz, biraz daha ciddi ve şık giyinsen” diye uyaracaklar diye ödüm kopuyo resmen her gün.

Deve gibi boyumla topuklu ayakkabı da giyemiyorum zaten her gün babetlerle çıpır çıpır yürüyorum. Hani ayakkabı insana hava falan katar, böyle daha bi asil, ciddi vs.. görünürsün topuklularla. Ama yok ben hala lise öğrencisi gibi yere yapışık pabuçlarla dolanıyorum.

Ben tembelim. Ve alışveriş yapamıyorum. Ve oturup bu duruma resmen üzülüyorum. Hayatımda önemli bir yer kaplıyor son zamanlarda. Başka derdim yok galiba bu aralar:S

Şirkette kızları kesiyorum yaa, böyle “Aaa bak ne güzel olmuş, iyi kombinelemiş”, “Nerden aldı acaba, pahalıdır ama çok kaliteli duruyo”, “Dur bi yanımdan geçsin de ayakkabıları neymiş bi bakıyım” diye düşüncelerle geçiyor günümün %30’u. Öyle de çok kız var yani…
Sonra da yerimden kalkıp tuvalete gitmek bile istemiyorum. Gözlerimi kapatıp şık şıkıdım, süper alımlı, her gün darmadağınık topladığım saçlarımı açık bırakmış ve savururken hayal ediyorum kendimi. Öyle gidiyorum hayalimde tuvalete bile. Ne acı bi durumdayım gör.

Tez zamanda bir iyilik meleği çıkıp bana bir sürü kıyafet parası hediye etsin bile diyemiyorum. Diyorum ki “Ay ne salak kızsın” demesi pahasına bile olsa bana bi dolap dolusu mükemmel kıyafetler bulup alsın, bunu diliyorum…


PS: Hatta bi dolap diil, şu fotodaki gibi bi oda alsın versin bana. Bir de o odayı içeren bi ev. Evin garajında bir araba. İçinde birlikte yaşanılacak bir koca vs…

14 Eylül 2010 Salı

yazlık hatırası

Bay Balbay’ın da eklenmesiyle 6 kişi olarak gittik Manastır’a… Stresli yapımın el verdiği oranda sakin kalmaya çalıştım ama birbirinden bağımsız insanları bir araya toplamanın dezavantajları konusunda da gayet tecrübe kazandım.

Neyse uyumsuzluktan ya da uyumsuzluğu yaratanlardan bahsetmiyicem. O kısımlar hep olur. Güzel anlar çoğunlukta kalsın hafızamda istiyorum. Zira koyların denizi yine mükemmeldi. Manastırım’da evimin kıyısında giremedik hiç denize ama olsun, gittiğimiz gece, karanlığın ortasında bile saydam haliyle kumunun inceliklerini gösterdi ya bana… Valla seviyorum orayı:)

Sevgilim bayıldı gittiğimiz koylardaki denize, çok sevindim. Çok önemliydi benim için. Ölü denizin bir eşi olarak anlatmıştım O’na orayı, öyle de gördü. Manzara tam güneşin batışı içindi ama bir akşam bile izleyemedik. Her gün “bu akşam güneşin batışını izleyelim” diyerek hem de.

Yunusları anlatıp dururdum, “eğer iyi çocuk olursanız açıklardan hop hop atlayıp geçtiklerini görebilirsiniz” diye. Ama 18 yıldır her yaz gidiyorum, bu sefer gördüğüm gösteriyi hiç birinde görmemiştim. Geçip gitmediler, şölen sundular resmen bize, oldukları yerde metrelerce atlayıp zıplayarak. Ne tür bir oyundu bilmiyorum ama gösterileri için teşekkür ediyorum. : )

Akşamları fırtına koparken rüzgar almayan verandamızda keyif yaptık, ki eve tıkılı kalmaktan çok korkuyordum. Barbekü de anlatıp anlatıp yakamadığım mangaldan (yaktım da çabuk söndü) ve sonrasında içeride tavada kızarttığımız etlerden bahsetmeyelim bence. Doyduk ya çok şükür, gerisi boş:p
Şeyden de bahsetmeyelim, hani kırk yılda bi merkeze indik gece, sahilden daha içerilere doğru bir mekana gidicektik de ben yaklaşık 40 dakika yürüttüm ama bi türlü bulamadım orayı. Hani bütün adayı gezsen zaten ne kadar sürer denilebilecek bir şuursuzluğu… Boşverelim. Ama hala nasıl bulamadım anlamıyorum:p

Daha minik minik bir sürü keyif aldığım şey var böyle ama kısaca gayet keyifliydi benim için. Keyifsiz tüm ayrıntıları siliyor beynim.

Sonuç olarak yıllardır hala aynı fikirdeyim. Orada, Manastırım'da koloni içinde yaşamalıyım ben. Sevdiklerimle birlikte komün olarak yaşayalım işte, ne güzel olur. Ölürüm heralde mutluluktan:p

5 Eylül 2010 Pazar

ordan burdan...

- Akşamın bi saatinde gökten inen U2 bileti kendimi garip hissetmeme neden oldu. Hiç aklımda bile yokken bi anda beynimde "işten kaçta çıkmalıyım?", "yağmur yağar mı acaba, ayakkabı konusunu naapsam ki?", "ufff kıyafetimi hangi arada değiştirsem?", "anaaaa ben yarın U2 konserinde miyim şimdi:s" şeklinde cümleler dolanmaya başladı.

- Bayramda Manastır'da olucam. Sevgili Merve, Aslı, Adamım Dinçer. ve O'nunla.
Merve ve Aslı'yla geleneksel Manastır tatilimizi bu yıl ancak bayramda yapabilicez. Muhtemelen Merve bizi sabahın köründe "hadiiii bayram sabahı bugün giyinin kahvaltıya geliinnn!!!" diye uyandırıcak ama biz yine de pijamalarımızla ve uykulu asık suratlarımızla mızmızlanarak verandaya geçicez.
Onlarla Manastırım'da olmayı seviyorum.
Ama bu kadar mutlu ve heyecanlı olmamım bi sebebi de O'nun Manastırla tanışacak olması. Evimi, denizimi, verandadan izlenen güneşin batışını görecek olması. Çok heyecanlıyım. En küçük bir aksilik çıkmasını istemiyorum. Ama kafama bu kadar takmak da istemiyorum. İstemediğim ot burnumda bitmesin, sakındığım gözüme çöpler batmasın diye.

- Ve ilk aksilik. Hava neden böylesin??? Hani yılların Manastır'ındaki eylül huzuru? Hava böyle giderse evden çıkamıyıcaz ki...
Yıllardır herkese anlatır dururum. Manastır'ın en güzel denizi, en dingin havası eylül ayındadır diye. Güneş şağlıklı yakar, gündüzleri ideal sıcaklıkta olan hava akşamları serindir, denizi göl kadar düz, su kadar şeffaf ve berraktır. Yüzerken kendi dalganı yaratırsın.

Ama bu defa öyle olmayacak gibi. Ağustosun son 15 gün fırtınası bu defa eylüle rastladı diye korkuyorum açıkçası. Bütün bir yaz, her gittiğim haftasonu bana şölen sunmuş olan Manastır rica ediyorum beni yüz üstü bırakma! Yoksa nispet yaparcasına O'na gönderdiğim mesajlar bi yerlerimde patlayacak.

- Bu hafta iki buçuk gün çalışacak olmamız ne kadar enfes bir şey.

- Pazar günü referandum var. Esefle kınıyorum referandumu Bayram haftasına alan zihniyeti.
Oy kullanabilmek için Pazar sabahı ek sefer konulması konusunda İDO'ya yalvarışlarım dikkate alındı mı acaba? Mailime verdikleri alakasız cevaptan hemen bir gün sonra, 12 Eylül sabahının körüne ek sefer koymuşlar. Vur dedik öldürdüler gerçi. Ben onlara öğleden hemen önce sefer koymalarının yeterli olacağını belirtmiştim oysa ki...

- Zar zor odamı topladım birazcık. Yarın akşam eve dönmiyicem ve sadece tek bir akşamım kalmış olacak eşyalarımı hazırlamak için. Bari bugün kendime biraz bakım yapsaydım.

Bakım derken aklına öyle bakım gibi bakım gelmesin ama. Benim dediğim en azından kazma gibi olmuş el tırnaklarımı kesmek. Ne biliyim hani işe falan gidicem en azından bi oje süriyim de paspallığımı bi nebze azaltıyım falan.

- İşimin dibinde oturmak istiyorum. Sabah 9'da başlayan iş için, 7'de servise binmek dolayısıyla da 6 çeyrekte kalkmak istemiyorum.
Herkes 9-9 çeyrek arası işte olurken sabahın en geç 8.15'inde işte olmak da istemiyorum. Mümkünse sabah en azından 8'e kadar uyumak niyetim. Allah'ım şu kadir gecesinde bu dileğimi kabul eyle nolursun!!!

Amin diyerek bu postu da burda bitirmek istiyorum efenim.

3 Eylül 2010 Cuma

aşk mı beni salak eden?

Korkuyorum da...

Çok bağlandım ona. Yanımda olmadığı her an özlüyorum, onsuz hiçbir şeyin önemi kalmıyor, nefes alamıyorum ya onsuz… İşte korkuyorum da.
Sevgi bunaltır mı insanı?
Ya bunaltırsa? Ya bir gün “Yeter! Boğuluyorum! Rahat bırak beni, nefes alamıyorum.” derse. Sınırlar olursa aramızda diye?
Sınırlardan korkuyorum. Benden uzaklaşmasından, bana sarılmak değil de ona sarılmamdan kaçmak istemesinden.
Hayatını bloke ettiğimi düşünürse diye ödüm kopuyor.

Hepsinden korktum. Kendime yavaşla dedim. Ama durdu bir anda her şey. Koptum gittim. Uzaklaştım. Ondan değil. Kendimden. Özlemime sınır çekmek o kadar koydu ki bana cezasını ona kestim.

Aşağıdaki tavrım biraz da bundandı. O da özlesin istedim sanırım beni. Benim hissettiğim gibi. Umutsuz özlesin istedim. Taa içinde hissetsin.
Ama beceremedim. Onu kırmaktan başka neye yaradı? Ya da kendimi küçük düşürmekten.
Ne hissettiğini bilmiyorum şu an. Ama hedeflediğim duygu olmadığı kesin.

En çok da neyden utandım biliyor musun; “hastanedeyim, kuzenim hastanede” dediğinde, ne zamandır diye soran bana “3 gündür” diye cevap verdi ya, yerin dibindeydim işte o an.

Aferin bana.
Özlemim, sevgim onu boğar mı bilmiyorum ama salaklığımın ve şımarıklığımın bıktırmaması için dua etmem gerek galiba…

özlemenin kısır döngüsü

Zehir ettim.

Ailesinin yanında geçireceği bir haftayı ona zehir ettim. Burda geçirdiğim her dakikayı da kendime.

O kadar özledim ki onu. O kadar özlüyorum ki. Her mutlu olabileceğim andan sonra aklıma ona duyduğum özlem geldiğinde, gözlerimin dolmasıyla dibe vuruyorum ama. Akşamlarım ağlamakla ya da dokunsan ağlayacak bir ruh haliyle geçiyor.
Sonra ona “özlüyorum” diyorum. Onu, yanında olmayı, ona dokunmayı, onu izlemeyi, susmayı, onunla gülmeyi, yanında hiçbir şey yapmamayı bile özlüyorum. Ama anlamıyor beni, fark ediyorum. Onun özlemesi benimkinden farklu çünkü, çok farklı. Normal olan onunki biliyorum. Özlemek hayatını ele geçirmemeli insanın. Anlıyorum. Farklısını beklemiyorum. Fazlasını da.

Beklemiyorum diyorum. Ama sonra anlıyorum ki bekliyorumuş gibi davranıyorum. Ona özlüyorum dediğimde bana aynı yoğunlukta cevap vermediği için, hatta sadece, ben ağlayarak mesaj atarken, mesajı yazarkenki beni görmediğinden normal bir özlem mesajıyla yanıt verdiği için ve hatta belki de sadece mesajının sonuna bir gülücük koyduğu için onu suçluyorum. Ben ağlarken o güldüğü için.

Ama nasıl suçlama… 3 gecedir sanki onu tanımıyomuş gibi davranmama neden oluyor. Ondan nefret ediyormuşum gibi. İnanılmaz soğuk. İnanılmaz mesafeli. Bana inanılmaz acı veren bir tavırla… Her soğuk konuşmamda, her uzak mesajımda bir adım daha gömülüyorum içimdeki özleme. Daha bir yaklaşıyorum mutsuzluğuma. Sonra kurtulamıyorum. Örümcek ağlarının yapışkanlığı gibi sarılıyor her yanım. Battıkça daha çok batıyorum soğuk tavrıma…

Her şeyin farkında olarak ama bir türlü geri adım atamayarak.

Zehir ettim tatilini. Utanıyorum. “Özledim çok… Ondan..” diyemem ki. Derim, diyorum da. Ama yetmiyor. Ben kendimden utanıyorm. O benden, bu tavrımdan bıkarsa diye korkmam boşuna mı?